25 Eylül 2007 Salı

24 Eylül 2007 Pazartesi

Vefatı


Hz. Peygamber'in Son Günleri, Hastalığı ve Vefatı

Rasûl-i Ekrem Vedâ Haccı’ndan Medine’ye döndükten sonra sağlığı bozuldu. Rahatsızlandığı günler içinde Uhud şehitlerini ziyaret edip cenaze namazı kıldı. Yine bir gece evinden çıkarak Cennetü’l-bakī‘ mezarlığına gitti ve orada yatanlara Allah’tan mağfiret dileyip evine döndü. Aynı günlerde Yemen’de Mezhic kabilesine mensup Esved el-Ansî peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı. Kabilesinden topladığı 600 kadar süvari kuvvetiyle San‘a üzerine yürüyen Esved, kendisine karşı çıkan buranın ilk müslüman valisi Bâzân’ın yerine tayin edilen oğlu Şehr’i öldürdü ve karısı Âzâd’la zorla evlenip bölgeye hâkim oldu. Hz. Peygamber bölgenin valileri ile ileri gelenlerine onun ortadan kaldırılması için mektup gönderdi. Sonunda Esved, Âzâd’ın yardımıyla öldürüldü (8 Rebîülevvel 11/3 Haziran 632). Öte yandan Medine’ye bir heyet gönderen Benî Hanîfe’ye mensup Müseylimetülkezzâb, heyetin Yemâme’ye dönüşünde irtidad ederek peygamberlik iddia etmeye başladı. Rasûlullah bir mektup göndererek onu yeniden İslâm’a davet etti. Müseylime yazdığı cevabî mektupta Rasûlullah’a ortaklık teklif etti ve yeryüzünün yarısının kendisine yarısının da Kureyş’e ait olduğu iddiasında bulundu. Rasûl-i Ekrem cevabında yeryüzünün Allah’a ait olduğunu, ona kullarından dilediğini vâris kılacağını bildirdi. Müseylime Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döneminde ortadan kaldırıldı.
Hicretin 11. yılı Safer ayının sonlarında (Mayıs 632) Hz. Peygamber, Mûte Savaşı’nın yapıldığı Bizans topraklarına Üsâme b. Zeyd kumandasında bir ordu göndermeye karar verdi. Hazırlanan ordu Medine’nin dışında Cürüf mevkiinde karargâh kurdu. Bu sırada Rasûlullah’ın hastalığı ağırlaşınca Üsâme harekete geçmeyip beklemeyi tercih etti.
Rasûl-i Ekrem bu arada zaman zaman şiddetlenen baş ağrısı ve yüksek ateşten mustaripti. Hastalığı sırasında yakınlarının yardımıyla Mescid-i Nebevî’ye gelip namaz kıldırıyordu. Bir gün minbere çıkıp “Allah kulunu dünya ile kendisine kavuşmak arasında muhayyer kıldı ve kulu da ona kavuşmayı tercih etti” buyurdu. Söz konusu kulun Hz. Peygamber olduğunu anlamakta gecikmeyen Hz. Ebû Bekir “Anamız babamız sana feda olsun yâ Rasûlallah!” diyerek ağlamaya başladı. Hz. Peygamber onu teskin etti ve kendisinden memnun olduğunu söyledi. Ardından ensar ve muhacirlerin karşılıklı fedakarlıklarına ve faziletlerini hatırlatarak birlikte hareket etmeleri konusunda nasihatte bulundu. Daha sonra kimin kendisine hakkı geçmişse gelip almasını istedi. Kul hakkı konusunda hassas davranılması, borçların zamanında ödenmesi ve tarihte bazı örnekleri görüldüğü gibi kabrinin tapınak haline getirilmemesine dair uyarılarda bulundu.
Hz. Peygamber’in kızı Fâtıma ve halası Safiyye’ye yaptığı şu vasiyet de dikkat çekicidir. “Allah katında değer taşıyan güzel işler yapınız. Yoksa helal haram konularında Allah’ın sorgusundan ben sizi kurtaramam”.
Rasûlullah’ın müslümanlara son vasiyetlerinden biri de sorumlulukları altındaki insanlara iyi davranmaları, âhirette Allah huzurunda hesaba çekilecekleri bilinciyle gerekli hazırlığa özen göstermeleri ve yabancı elçilerin güzel bir şekilde ağırlanıp hediyeler verilmesi gibi husuları içermektedir.
Son günlerini Hz. Âişe’nin yanında geçiren Hz. Peygamber vefatına üç gün kala hastalığı ağırlaşınca namazları Hz. Ebû Bekir’in kıldırmasını emretti. Kendisini iyi hissettiği bir sırada Hz. Ali ve Fazl b. Abbas’ın yardımıyla mescide gitti; halka namaz kıldırmakta olan Ebû Bekir geri çekilip mihrabı kendisine bırakmak isteyince devam etmesi için işarette bulundu ve yanında namaza durdu. Vefat ettiği günün sabah namazından sonra Ebû Bekir kendisini ziyaret etti ve hastalığının hafiflediğini görünce izin isteyip evine gitti. Fakat Hz. Peygamber’in durumu birden ağırlaştı. Hz. Âişe’nin söylediğine göre Rasûlullah vefat etmeden önce hafif bir sesle “Lâ ilâhe illallah, ruh teslimi ne zor şeymiş!” dedi ve onun kolları arasında “Maa’r-refîki’l-a‘lâ” (en yüce dosta) sözüyle ruhunu teslim etti (13 Rebîülevvel 11/8 Haziran 632 Pazartesi).
Hz. Peygamber’in vefatı bütün müslümanları derinden üzdü, hatta münafıkların sevindiğini hisseden Hz. Ömer gibi bazı sahâbîler şaşkınlık içinde onun ölmediğini söylüyordu. Durumdan haberdar olan Hz. Ebû Bekir doğruca Peygamberimizin naaşının başına geldi, yüzündeki örtüyü kaldırıp öptü ve “Anam babam sana fedâ olsun ey Allah’ın elçisi! Sağlığında güzeldin, ölümünde de güzelsin” dedi. Ardından mescide giderek şunları söyledi: “Ey insanlar! Muhammed’e tapan biri varsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyorsa bilsin ki, O ölümsüzdür. (İbn Hişâm, II, 655-656). Sonra da şu âyeti okudu: “Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Şunu da bilin ki geriye dönecek kimse Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah takdirine rıza gösterenlerin mükâfatını verir” (Âl-i İmrân 3/144). Rasûlullah’ın cenazesi amcası Abbas’ın oğulları Fazl ve Kusem ile Üsâme b. Zeyd’in yardımıyla Hz. Ali tarafından salı günü yıkandı ve bulunduğu odada muhafaza edildi. Cenaze namazı cemaatle kılınmadı; önce erkekler, ardından kadınlar, daha sonra çocuklar cenazenin bulunduğu yere sığabilecek gruplar halinde girip tek başlarına kıldılar. Naaşı, Hz. Ebû Bekir’in Resûlullah’tan naklettiği bir hadise dayanılarak vefat ettiği yerde kazılan mezara Hz. Ali, Fazl, Kusem ve Üsâme tarafından indirildi.
Sade bir hayat yaşayan, elde ettiği maddî imkânları Allah yolunda harcayan Resûl i Ekrem’den geriye son derece mütevazi bir miras kalmıştır. Zira kendisi “Biz peygamberler zümresi miras bırakmayız. Bizim geride bıraktığımız her türlü servet sadakadır” buyurmuştur (İbn Sa‘d, II, s. 314; Buhârî, “Humus”, 1). Vefatında mülkiyetinde beyaz bir katır, silâhları ve bir miktar arazisi vardı. Arazilerinin gelirinin ailesi için harcanmasını ve kalanının devlet hazinesine devredilmesini emretmişti. Ölümünden kısa bir süre önce bununla Allah’ın huzuruna çıkmaktan hayâ edeceğini söyleyerek elinde kalan 7 dirhemin fakirlere dağıtılmasını istedi. Kendisine ait bir zırh da borcu karşılığında bir yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu.
Hz. Peygamber’in mânevî mirası ise gerek ümmeti ve gerekse bütün insanlık için son derece büyük ve değerlidir. O, Veda hutbesinde de belirttiği üzere Kur’an ve Sünnet’i en değerli miras olarak bırakmış, bu iki temel kaynak etrafında şekillenen İslâm dini ve medeniyeti asırlar boyunca geniş bir coğrafyada etkisini hissettirerek insanlık tarihindeki yerini almıştır.

Veda Hutbesi


Veda Haccı'nda Hz.Muhammed (sav)'in Yaptığı Konuşmanın Tam Metni
Allah'a hamd olsun. O'nu över, O'na şükrederiz. O'ndan medet umarız. O'ndan bağışlanma dileriz, tevbe ederek O'na ita­ate yöneliriz. Nefislerimizin kötülük telkin­lerinden ve kötü ameller işlemekten Al­lah'a sığınırız. Allah kime doğruyu göste­rirse, kimse onu hak yoldan uzaklaştıra­maz. Kimin de hak yoldan uzaklaşmasına özgürlük tanırsa, kimse ona doğruyu gös­teremez. Tek Allah'tan başka tanrı olma­dığını, ilâhlığında, otoritesinde, mülkün­de, tasarruflarında ortağı bulunmadığını kabul ve tasdik ederim. Muhammed'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğunu kabul ve tasdik ederim.
Ey Allah'ın kulları, size Allah'a sığın­manızı, emirlerine yapışmanızı, günahlar­dan arınmanızı, azabından korunmanızı öğütlerim. Size tekrar tekrar, O'na itaati tavsiye ederim. Sözlerime hayırlı olanla, O'nun izni ve yardımıyla başlıyorum.
Ey insanlar! Ben sizin hepinize, Al­lah'ın; emirlerini tebliğ ile görevlendirdiği, ilâhî hükümleri icraya, ülkeyi imara, dünya düzenini kurmaya, sağlamaya memur et­tiği tek yetkili Rasûlüyüm. Beni dinleyin, size bazı açıklamalar yapacağım. Bu yıldan sonra, bir daha burada sizinle buluşup buluşmayacağımı bilemiyorum.
Ey insanlar! Kanlarınız, canlarınız, yaşa­ma hakkınız, mallarınız, namuslarınız, haysiyet ve şerefleriniz, vücut bütünlü­ğünüz Rabbinizle buluşacağınız güne ka­dar bu ayınızda, bu beldenizde, bu günü­nüzün saygıya, korunmaya lâyık olduğu gi­bi, saygıya ve korunmaya lâyıktır, doku­nulmazdır. Ancak İslâm'ın koyduğu so­rumluluk gereği uygulanan gerekçeli kara­ra dayalı cezalar müstesnadır.
Benim sözlerimi iyi dinleyin ki, izzet ve şerefle huzurlu yaşamaya devam edesiniz. Sakın haksızlık ve zulmetmeyin. Sakın baskı, zulüm ve işkenceye âlet olmayın. Sakın zulme boyun eğmeyin. Haksızlığa rı­za göstermeyin. İyice anlatabildim mi?
Allah'ım, Sen de şahit ol.
Ashabım! Siz Rabbinizin huzuruna vara­caksınız, size işlediğiniz bilinçli amellerin hesabını soracak. İyice tebliğ edebildim mi?
Allah'ım, Sen de şahit ol!
Ey insanlar, Allah'a sığının, emirlerine yapışın, azabından korunun. İnsanların mallarını eksik teslim etmeyin, değerlerini düşürmeyin, bedellerini eksik ödemeyin, mallarını kötülemeyin, haksız rekabet yap­mayın, aldatarak, hile yaparak, fırsat kollayarak, gasp ederek insanların haklarını zayi etmeyin, zayiine sebep olmayın. Ül­kede, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmakta ve küfürde ileri git­meyin.
Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa, bu emaneti sahibine versin. Size hediye verene hediye ile karşılık verin. Kefil borçlu gibidir. Borcun ödenmesi gerekir.
Soyunuzdan sopunuzdan medet umarak benim yanıma yaklaşmayın. İşlediğiniz bi­linçli amelleri vesile ederek yanıma gelin. Ben bütün insanlara da, size de aynı şey­leri söylüyorum.
Cahiliye döneminin faizli alışverişleri kaldırılmıştır. Yüce Allah, kaldırılan ilk fa­izin, Abbas b. Abdilmuttalib'inki olmasını emretmiştir. Ancak ana paralarınız sizindir. Ne siz haksızlık edebilirsiniz, ne de haksız­lığa uğratılacaksınız. Allah, faizli alışverişin yapılmayacağını icrası kesin hüküm haline getirdi. Kaldıracağım ilk faiz amcam Ab­bas b. Abdilmuttalib'in faizli alış verişlerindeki faizdir.
Ey insanlar! Hangi ayda, hangi günde, hangi ülkede olduğunuzu biliyor musu­nuz?
(İnsanlar, ‘saygıya lâyık korunan bir günde, dokunulmazlığı olan ülkede ve bir ayda', dediler.)
Ey insanlar! Kanlarınız, canlarınız, yaşa­ma hakkınız, mallarınız, namuslarınız, haysiyet ve şerefleriniz, vücut bütünlüğü­nüz, Rabbinizle buluşacağınız güne kadar bu ayınızda, bu beldenizde, bu gününüzün saygıya, korunmaya lâyık olduğu gibi, saygıya ve korunmaya lâyıktır, dokunul­mazdır. Ancak İslâm'ın koyduğu sorumlu­luk gereği uygulanan gerekçeli karara da­yalı cezalar müstesnadır.
Ashabım! Şunu belirteyim ki, Cahiliye dönemindeki bütün kan, su ve mal dava­ları, kıyamet gününe kadar şu ayaklarımın altındadır.
kıyamet gününe kadar Cahiliye döneminde var olan kan da­vaları kaldırılmıştır, Cahiliye döneminde var olan kan davaları kaldırılmıştır, kaldıracağımız ilk kan davası, Âmir (İyâs) b. Rebîa b. el-Hâris b. Abdülmuttalib'in kan davasıdır. O Sa'd b. Leysoğulları'nda süt anneye verilmiş bir çocuktu. Hüzeyl, onu öldürdü.
İyice tebliğ edebildim mi?
(İnsanlar; ‘elbette tebliğ ettin', dediler)
-Allah'ım Sen de şahit ol! Burada bulu­nanlar sözlerimi bulunmayanlara iletsin.
Kâbe hizmetkârlığı ve hacıların su ihtiya­cını karşılama dışında cahiliye devrinin hü­kümet görevleri kaldırılmıştır.
Kasten adam öldürmenin cezası, kısas­tır. Kasten öldürmeye benzeyen cinayet, sopa ve taşla öldürmedir. Diyeti, yüz deve­dir. Kim daha fazlasını isterse, o İslâm'ı benimsemeyen Cahiliye dönemini özleyen biridir. En büyük Allah düşmanı, kendisine herhangi bir kastı olmayan birini sebepsiz yere öldürendir, kendisine el kaldırmayana sebepsiz yere vurandır.
İyice tebliğ edebildim? Allah'ım, Sen de şahit ol!
Ey insanlar! Sizi uyarıyorum, herkes yal­nızca kendi işlediği suçtan sorumludur. Suçlu evlâttan dolayı baba sorumlu tutula­maz, suçlu babadan dolayı evlât da sorum­lu tutulamaz.
Ey insanlar! Şeytan, sizin bu toprakla­rınızda kendisine tapınılmasından ümit kesmiş bulunuyor. Ancak, bunun dışındaki önemsiz gördüğünüz davranışlarda, ara­nızda çıkardığı fitne fesatla sizi birbirinize düşürdüğünde sözünün dinlenmesinden hoşnut olacaktır. Dininizde sebat ederek, dininize sahip çıkarak, şeytanın, şeytan tıynetli ahlâksız azgınların, şeytanî düzen­lerin vesvesesinden, daleveresinden kendi­nizi koruyun.
Ey insanlar, yalan yere Allah'ın adını anarak yemin etmeyin. Yalan yere Allah adına yemin edenin yalanını Allah açığa çıkarır.
Ey insanlar! Zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki düzenli sistemine girerek seyrediyor. Ayların sayısı, on ikidir. Dört tanesi, savaşın haram olduğu aylar­dır. Bunlardan üçü birbiri peşinden gelir. Biri tektir. Bunlar Zilkade, Zilhicce, Mu­harrem ve Cumâde'l-âhire ile Şaban ara­sındaki Mudar kabilesinin adını koyduğu ay Recep'tir.
Allah'ın, gökleri ve yeri yarattığı gün, Levh-i Mahfuz'da tesbit ettiği kayıtlarda, Allah katında, ayların sayısı on ikidir. On iki aydan dördü savaşın haram olduğu ay­lardır. İşte bu haram aylarla ilgili hüküm, insanlığı, insanî değerleri ve düzeni ayakta tutan dinin, medeniyetin, zamanla değiş­meyen tabii hukuk kurallarını içeren şe­riatın hükmüdür. Bu aylarla ilgili Allah'ın koyduğu yasakları çiğneyerek kendinize, birbirinize zulmetmeyin.
İlâhlığında, otoritesinde, mülkünde, ta­sarruflarında, Allah'a ortak koşan müşrik­ler nasıl size karşı topyekün savaşıyorlarsa, siz de onlara karşı topyekün savaşın. Bilin ki, Allah kendisine sığınıp, emirlerine ya­pışarak günahlardan arınıp, azaptan koru­nanlarla, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarına ve özgürlüklerine sahip çıkarak şahsiyetli davranan, dinî ve sosyal görev­lerinin bilincinde olan mü'minlerle, müttakîlerle beraberdir.
Saldırmazlığın gelenek haline geldiği, Al­lah'ın savaşı haram kıldığı ayları ertele­yerek, yerlerini değiştirerek, on iki aya ay ilâve ederek, hileli takvim düzenlemek, ke­sinlikle Allah'ın sene ve aylarla ilgili koy­duğu hükmü inkârda ileri gitmektir. Kulluk sözleşmesindeki ortak taahhütlerini, Al­lah'a iman, kulluk ve sorumluluk bilincini şuur altına iterek örtbas edip inkârda ısrar edenlerin, kâfirlerin, bu yüzden hak yol­dan uzaklaşmalarının, dalâleti tercihlerinin önü açılır. Erteleyerek, değiştirerek ilâve ettikleri aydaki savaşları, bir yıl helâl ve meşru, bir yıl haram sayarlar. Allah'ın ha­ram kıldığının sayısına uydursunlar da, Al­lah'ın haram kıldığını helâl ve meşru kılsın­lar, isterler. Onların bilinçli kötü amelleri kendilerine süslenip güzel gösterilmiştir. Allah kulluk sözleşmesindeki ortak taah­hütlerini, Allah'a iman, kulluk ve sorumlu­luk bilincini şuur altına iterek örtbas edip, küfürde, nankörlükte ısrar eden bir kavme doğru yolu gösterme lütfunda bulunmaya­cak, başarı nasip etmeyecektir" (Tevbe, 9/ 36-37).
Onlar bir yıl, Safer ayını helâl sayıyorlar, bir yıl Muharrem'i haram sayıyorlardı. Nesî (yıla ekleme), işte budur. Allah'ım, Sen de şahit ol!
Ey insanlar! Kadınlarınızın sizler üze­rinde hakları, sizin kadınlarınız üzerinde haklarınız vardır. Sizin onlardaki hakkınız, minderinize sizden başkasını oturtmama­ları, meşru tavsiyelerinizde size karşı çık­mamaları, hoşlanmadığınız kişileri izniniz olmadan eve sokmamaları, kötü söz söyle­memeleri kötü fiil ve davranışta bulunma­malarıdır. Şayet bunları yaparlarsa, Allah onları engellemenize, sıkıştırmanıza yatak­larında tek başlarına bırakmanıza ve hafif­çe, incitmeden vurmanıza izin vermiştir. Bun­lardan vazgeçer ve size itaat ederlerse, meşru, örfe uygun ölçüler içerisinde rızıklarını ve giyimlerini sağlama sorumluluğu­nuz var. Kadınların iyiliğini isteyin, durum­larının iyileşmesi için çaba sarfedin. Çünkü onlar müşterek hayatın gereği kendileri adına bir şey yapma gücüne ve imkânına sahip olmayan, sizinle birlikte yaşamak mecburiyetinde olan hayat arkadaşlarınızdır. Siz onları Allah'ın emaneti olarak aldı­nız. Allah'ın emri ve hükmüyle onlarla iliş­kiyi helâl edindiniz. Eğer haklarını ararlar, sorumluluklarına riayet ederlerse onlara tavır takınmanıza, cezalandırmaya hakkı­nız yoktur. Onların serkeşliğinden ve şid­dete başvurmasından endişe ederseniz, onlara öğüt verin ve yataklarınızı ayırın. Aşırı gitmeden hafifçe vurun. Onların yi­yeceği ve giyimi konusunda cömertçe her türlü iyilik ve ihsanda bulunmanız, onların haklarıdır. Kadınların haklarına riayet ko­nusunda Allah'ın emirlerine yapışın, aza­bından korunun, onların iyiliğini isteyin, durumlarının iyileşmesi için çaba sarfedin. Hanımlarınız, sizlerin izni ve bilgisi olmadıkça, evinizin malî imkânlarını cömertçe harcamasınlar. Sözlerimi iyice anlayarak hatırınızda tutun.
İyice tebliğ edebildim mi? Allah'ım, Sen de şahit ol!
Ey insanlar! Meşru şekilde sahip oldu­ğunuz, üzerlerinde meşru haklarınız ve düzgün insani ilişkileriniz olan köle ve ca­riyelerinize, iş akdiyle bağlı işçilerinize ha­yırla muameleyi size tavsiye ederim. Sof­ranızda bulunanları ölçü alarak onların ka­rınlarını doyurmanızı, giydiklerinizi ölçü alarak onların giyimlerini sağlamanızı tav­siye ederim. Affetmeyi düşünmediğiniz bir suç işledikleri takdirde aranızda aynı cins­ten suç işleyenlere uyguladığınız cezaları ölçü alınız. Onlara işkence etmeyiniz, onları cezalandırmayınız.!
Ey insanlar! Sözlerimi iyi dinleyin, iyi muhakeme edin. Bütün ırklara mensup müslümanların, müslümanların kardeşi ol­duğunu bilin. Bütün mü'minler kardeştir. Kimseye, gönül rızası olmadıkça, kardeşi­nin malı helâl değildir. Sakın haksızlık et­mesin, hile yapmasın, hâince davranma­sın.
Müslümanın kim olduğunu size anlata­yım mı? Müslümanların, dilinden ve elin­den zarar görmediği kişidir.
Mü'minin kim olduğunu size anlatayım mı? İnsanların mallarına ve canlarına za­rarı dokunmuyacağından emin olduğu ki­şidir.
Muhacirin kim olduğunu size anlatayım mı? Kötülükleri ve günah işlemeyi terk eden kişidir.
Mücahidin kim olduğunu size söyleye­yim mi? Allah'a itaat yolunda nefsiyle mü­cadele eden kişidir.
Bu günün dokunulmazlığı gibi, mü'minin mü'mine zarar vermesi haramdır. Etini ye­me mesabesinde olan mü'minin mü'mini gıybeti de haramdır. Namus ve haysiyetine zarar vermesi de haramdır. Mü'minin yü­züne tokat vurmak da mü'mine haramdır. Onu itip kakarak incitmesi de haramdır.
İyice tebliğ edebildim mi? Allah'ım, Sen şahit ol!
Ey insanlar! Yeryüzü Allah ve Rasûlüne aittir. İnsanlar, 'Allah'tan başka ilâh yok­tur' deyip, benim Allah'ın Rasulü olduğu­mu kabul edinceye kadar, insanlarla mü­cadele etmem, savaşmam emredildi. İn­sanlar Kelime-i tevhidi söyleyince, kan­larını canlarını ve mallarını korumuş olur­lar. Ancak İslâm'ın koyduğu sorumluluk gereği uygulanan gerekçeli karara dayalı cezalar müstesnadır. Âhiretteki hesapları ise Allah'a aittir. Kendinize, birbirinize haksızlık etmeyin.!
Ey mü'minler, benden sonra küfre dön­meyin, birbirinin boynunu vuran kâfirler haline gelmeyin. Size, sımsıkı sarıldığınız sürece asla hak yoldan uzaklaşmayacağınız apaçık dinî, ilmî, idarî, siyasî kuralları içe­ren Allah'ın kitabı Kur'an'ı ve Rasûlünün sünnetini bıraktım. Bunlarla amel ediniz, davranışlarınıza Kur'an ve sünneti yan­sıtınız. Bir de soyumdan yakınlarımı, Ehl-i beytimi bıraktım.
İyice tebliğ edebildim mi? Allah'ım, Sen şahit ol!
Ey insanlar! Rabbiniz birdir, babanız bir­dir. İslâm'da insanlar eşittir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem de toprak­tan yaratıldı. Allah katında en değerliniz, en çok Allah'a sığınanız, emirlerine yapışa­nınız, günahlardan arınanınız, azabından korunanızdır. Bir Arab'ın, Arap olmaya­na, bir başkasının Arab'a, bir siyahın bir kızılderiliye, bir kızılderilinin bir siyaha, takvanın dışında bir üstünlük sebebi yok­tur.
"Ey iman edenler, biz sizi bir erkekle bir kadından, bir asıldan yarattık. Birbirinizle tanışmanız, işlerinizi tedbirle idare etme­niz, karşılıklı olarak, İslâmî kurallarla örtüşen milletlerarası teamüllere uymanız, yardımlaşmanız, kültür ve medeniyet alış­verişinde bulunmanız, birbirinize iyiliği tav­siye etmeniz için, sizi milletler ve kabileler haline getirdik. Allah yanında en değerli­niz, en üstününüz, en çok Allah'a sığınanı­nız, emirlerine yapışanınız, en çok günah­lardan arınıp azaptan korunanız, kulluk ve sorumluluk şuuruyla, haklarına ve özgür­lüklerine sahip çıkarak şahsiyetli davrana­nınız, dinî ve sosyal görevlerinin bilincinde olanınızdır. Allah her şeyi bilir, gizli-açık her şeyden haberdardır." (Hucurat, 49/13)
Ey insanlar! Görünürdeki organları kesil­miş bir Habeşli bile başınıza getirilse, size Allah'ın kitabındaki hükümleri uyguladığı sürece, dinleyin ve itaat edin.
İyice tebliğ edebildim mi? Allah'ım, Sen de şahit ol!
(İnsanlar, ‘evet' dediler)
Burada bulunanlar, sözlerimi bulun­mayanlara iletsinler.
Ey insanlar! İyi dinleyin! Bütün peygam­berlerin daveti geçmişte kalmış, görevleri sona ermiştir. Yalnızca benim davetim ve görevim devam etmektedir. Ben insan­ların ihtiyacı sebebiyle Rabbimin katında davetimi, görevimi kıyamet gününe kadar muhafaza ettim. Ben önceki ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim. Beni mahcup etmeyin, yüzümü kara çıkarma­yın.
İyi dinleyin, bir kısım insanlar için elim­den bir şey gelmezken bir kısmını kurtara­cağım. Ya Rabbî ashabım, diyeceğim. Ba­na, ‘Senden sonra din adına neler icat et­tiklerini bilmiyorsun', buyuracak. Ben cen­netteki havuz başında sizi bekleyen öncünüzüm.
Ey insanlar! Dinde aşırılıktan sakının. Sizden öncekileri kesinlikle dinde aşırılık­ları helak etmiştir. Hacdaki amelleri, dav­ranışları benden öğrenin. Bu seneden sonra bir daha haccedip edemeyeceğimi bile­miyorum. Bu öğütlerimi burada bulunan­lar bulunmayanlara ulaştırsın. Öğütlerimin ulaştırıldığı bazı kimseler burada dinleyen­lerden daha iyi anlayarak, daha iyi mu­hafaza edebilirler, nice kimseler uygulaya­rak daha mutlu olabilirler.
Benim dışımda benden sonra peygam­ber görevlendirilmeyecektir. Sizin dışınız­da ümmet de olmayacaktır. Rabbinizi ilâh tanıyın, candan müslümanlar olarak rabbinize teslim olun, saygıyla rabbinize kulluk ve ibadet edin. Rabbinizin şeriatine boyun eğin, âdabına, erkânına riayet ederek beş vakit namazı aksatmadan aşikâre kılın. Vicdanı, serveti, sosyal bünyeyi arındıran, berekete vesile olan zekâtı verin. Ramazan orucunu tutun. Yöneticilerinize itaat edin ki Rabbinizin cennetine giresiniz.
Ey insanlar! Yarın beni size soracaklar. Ne dersiniz? Peygamberlik görevimi yeri­ne getirdim mi? Vazifemi yaptım mı?
(Orada bulunanlar, ‘evet yemin ederiz ki, tebliğ ettin, bize tavsiyelerde ve öğütlerde bulundun, böylece şehadet ederiz' dediler).
-Şahit ol yâ Rabbi, şahit ol yâ Rabbi, şahit ol yâ Rabbi...
Size selâm ve selâmet diliyorum, Al­lah'ın rahmet ve bereket ihsanını niyaz ediyorum.

Veda Haccı


Veda Haccı ve Veda Hutbesi

Resûl-i Ekrem’in ramazan aylarında her gece Cebrâil ile buluştuğu ve o zamana kadar nâzil olan âyetleri okuduğu bilinmektedir. Hicretin 10. yılı Ramazan ayında ise (Aralık 631) Cebrâil kendisine Kur’ân-ı Kerîm’i iki defa tilâvet ettirdi. Resûlullah bunu ecelinin yaklaştığına işaret olarak gördü ve bu hususu kızı Fâtıma ile de paylaştı. Diğer taraftan her yıl ramazan ayında on gün itikâfa giren Resûlullah hayatının bu son ramazan ayında yirmi gün itikâfta kaldı.
Aynı yıl (10/632) Rasûlullah hacca gitmek için hazırlığa başladı ve bütün müslümanların katılmasını istedi. 26 Zilkâde 10 (23 Şubat 632) tarihinde yanında hanımları ve kızı Fâtıma da olduğu halde, muhâcirler, ensâr ve Medine’ye gelen kabilelerden oluşan müslümanlarla birlikte yola çıktı. Zülhuleyfe’de ihrama girdi. Yolda kendisine katılanlarla birlikte 4 Zilhicce’de Kasvâ (Kusvâ) adlı devesinin üzerinde olduğu halde Mekke’ye ulaştı; umre yaptıktan sonra Ebtah mevkiinde kendisi için kurulan çadırda kaldı. 8 Zilhicce Perşembe günü Mekke’den ayrılıp Mîna’ya gitti ve orada geceledi; 9 Zilhicce Cuma günü güneş doğduktan sonra, Müzdelife yoluyla Arafat’a hareket etti ve kendisi için Nemire’de kurulmasını emrettiği çadıra yerleşti. Öğle üzeri Arafat vadisinde sayıları 120.000’i aşan ashabına Vedâ Hutbesi diye anılan konuşmasını yaptı.
Hz. Peygamber konuşmasında Allah’a hamd ü senâdan sonra bütün insanların Allah’ın kulu olup aynı anne-babadan türediklerini hatırlattı; ırk, renk, dil ve sınıf farkı gözetilmeksizin bütün insanların eşit olduğunu, Allah katında üstünlük ölçüsünün “takvâ” olduğunu belirtti. Genellikle insan hakları üzerinde duran Rasûlullah can, mal ve ırz güvenliğine vurgu yaparak kul hakkı konusunda dikkatli davranılmasını, zulümden ve haram lokmadan kaçınılmasını, emanete riayet edilmesini, eşler arasında karşılıklı hak, görev ve sorumlulukların gözetilmesini istedi. Bütün müslümanların kardeş olduğunu ifade ederek birlik ve beraberliğin önemine dikkat çekti. Kur’an ve Sünnet’in vazgeçilmez hidayet kaynağı olduğunu belirten Resûl-i Ekrem namaz, oruç, zekât ve hac gibi dinî ibadetlerin yerine getirilmesi ve ahlâk kurallarına uyulması konusunda hassasiyet gösterilmesini istedi. Hz. Peygamber Câhiliye dönemine ait bazı anlayış ve geleneklere de işaret ederek ribânın ve kan davasının yasaklandığını, hacılara su temini vazifesi (sikâye) ile Kâbe’nin perdedarlığı ve anahtarlarının muhafazası (sidâne) dışında kalan, başta nesî (ayların yerlerini değiştirmek) olmak üzere Mekke ve hac idaresine dair Câhiliye çağı kurumlarını ve uygulamalarını kaldırdığını ilân etti. Kendisini dinleyen ashabına sık sık “Tebliğ ettim mi?” diye sorup söylediklerini tasdik ettiren Hz. Peygamber, “Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab!” diyerek konuşmasını tamamladı. Hz. Peygamber Arafat’tan ayrılmadan önce nâzil olan âyette de dinin kemâle erip tamamlandığı ve Hakk’ın rızasına uygun dinin İslâm olduğu açıkça zikredilmektedir: “Bugün size dininizi kemâle erdirip nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim” (el-Mâide 5/3).
Rasûlullah devesinin terkisinde Üsâme b. Zeyd olduğu halde Arafat’tan indi. Muzdelife’ye ulaştığında akşam ve yatsı namazlarını burada kıldı. Sabah namazını da burada eda ettikten sonra Cemretü’l-Akabe’ye vardı ve her defasında tekbir getirerek yedi taş attı (şeytan taşlama). Oradan Mina’ya geçti ve burada da ashâbına bir konuşma yaptıktan sonra kurbanını kesti. Sonra traş olup ihramdan çıktı ve Kâbe’ye gelerek tavaf etti. Tekrar Mina’ya dönüp Cemreleri (şeytan taşlamayı) tamamladı. Ertesi gün Mekke’ye döndü ve güneş doğmadan önce veda tavafını yaptı. Bayramın beşinci günü Hz. Peygamber’in müsadesiyle Mekke ve Medine dışından gelen hacılar memleketlerine gitmek üzere ayrıldı. Ardından Rasûlullah, muhâcirler ve ensarla birlikte hac vazifesini ifa etmiş, aynı zamanda bu ibadetin nasıl yapılacağını müslümanlara öğretmiş olarak Medine’ye döndü.
Hz. Peygamber’in Arafat’ta yaptığı konuşmada, “Bu yıldan sonra sizinle burada belki de bir daha buluşamayacağım” buyurması ve bir süre sonra da vefat etmesi dolayısıyla onun bu haccına “Vedâ Haccı”, hutbeye de “Vedâ Hutbesi” denilmiştir. Esasen Hz. Peygamber’in bu hac sırasında çeşitli yer ve zamanlarda birden fazla konuşma yaptığını da belirtmek gerekir.

Müşriklere Son Çağrı


Hz. Ebû Bekir'in Hac Emiri Tayin Edilmesi ve Müşriklere Son Çağrı

Mekke’nin fethiyle şehrin ve Kâbe’nin idaresi müslümanların eline geçmiş ve birçok müşrik Arap kabilesi İslâm’a girmiş olmakla birlikte putperest inançlarını devam ettirenler hâlâ mevcuttu. Bu müşrik kabilelerin bir kısmı müslümanların müttefikiydi. Mekke’nin fethinden sonra, Hz. Peygamber, hicretin 1. yılından itibaren iyi münasebetler kurduğu Medine’ye komşu Damre, Gıfâr, Cüheyne ve Eşca‘dan başka Huzâa ve Müdlic gibi müşrik kabilelerle, hac ve umre amacıyla Kâbe’yi ziyarete gelenlere engel olunmayacağına ve haram aylarında kimsenin korku içinde bulunmayacağına dair antlaşmalar yapmıştı. Tebük Seferi’nden döndükten sonra Mekke’de hâlâ müşriklerin bulunacağını ve bazılarının âdetleri olduğu üzere çıplak bir şekilde Kâbe’yi tavaf edeceğini bildiğinden, bu yıl içinde farz olan hacca bizzat gitmeye gönlü razı olmadı. Hz. Ebû Bekir’i emîr-i hac tayin ederek 300 kadar sahâbî ile birlikte Mekke’ye gönderdi (Zilkade-Zilhicce 9/ Mart 631). Ardından müşriklerin genel konumu ve onlarla Hz. Peygamber arasındaki antlaşmalar hakkında Tevbe sûresinin ilk yirmi sekiz âyet nâzil oldu. Rasûl-i Ekrem, bu âyetlerin hükümlerini tebliğ için -antlaşmalar üzerinde başkan veya ailesinden birinin söz sahibi olabileceği şeklindeki yaygın Arap geleneğine uyarak- Hz. Ali’yi görevlendirdi. Ali, Mekke’ye gitmekte olan Ebû Bekir’e yolda ulaşıp durumu anlattı ve kendisine emîr-i hac olarak vazifeye devam edeceğini bildirdi. Hz. Ali, 10 Zilhicce yani bayramın birinci günü Mina’da toplananlara, Tevbe sûresinin müşriklere “ihtar” mahiyetindeki ilk âyetlerini okudu ve şu hususları açıkladı: “Kâfirler ebedî kurtuluşa eremeyecek ve cennete giremeyecektir. Bu yıldan sonra müşrikler haccedemeyecek ve Mescid-i Harâm’a yaklaşamayacaktır; kimse Kâbe’yi çıplak tavaf edemeyecektir, Hz. Peygamber’le antlaşmaları bulunanlar, antlaşmanın süresi nihayete erinceye kadar haklarını kullanabilecekler, daha sonra müslüman olmadıkları takdirde can güvenlikleri kalkacaktır.” Bu bildiri etkisini göstermiş, orada bulunan müşriklerin bir kısmı itiraz etmişse de ardından “Kureyş bile müslüman oldu” diyerek dört ay beklemeye gerek duymaksızın hemen hepsi müslüman olmuştur. Böylece Arap yarımadasındaki putperestlik ortadan kaldırılmış, Kâbe Hz. İbrâhim ile Hz. İsmâil’in kurduğu esasa uygun olarak yalnızca tevhid inancına sahip müminlere tahsis edilmiş oldu. Aynı sûrenin 29. âyetiyle de başta Ehl-i kitap olmak üzere diğer din mensuplarına cizye ödemeleri şartıyla can ve mal güvencesi sağlanması ve kendi dinlerinde kalma hürriyeti verilmesi şeklindeki temel İslâmî anlayış uygulamaya konulmuştur.

Arap Kabileleri ile İlişkiler


Arap Kabile Temsilcilerinin Medine'ye Gelişi

Hicretin 9. (630-631) yılı “elçiler yılı” (senetü’l-vüfûd) olarak bilinir. Mekke’nin fethedilmesi, ardından büyük ve güçlü bir kabile olan Hevâzinliler’in İslâmiyet’i benimsemesi, bir yıl sonra Tâif’te yaşayan Sakîfliler’in Medine’ye gelerek biat etmesi ve Kuzey Arabistan’ın Tebük Seferi ile İslâm hâkimiyeti altına girmesi, yarımadanın çeşitli yerlerinde yaşayan Arap kabilelerinin Medine’ye heyetler gönderip itaatlerini arzetmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu gelişmeler arasında Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş kabilesinin müslüman olmasının ayrı bir yeri vardır.
Hicretin 9. (630-631) yılı “elçiler yılı” (senetü’l-vüfûd) olarak bilinir. Mekke’nin fethedilmesi, ardından büyük ve güçlü bir kabile olan Hevâzinliler’in İslâmiyet’i benimsemesi, bir yıl sonra Tâif’te yaşayan Sakîfliler’in Medine’ye gelerek biat etmesi ve Kuzey Arabistan’ın Tebük Seferi ile İslâm hâkimiyeti altına girmesi, yarımadanın çeşitli yerlerinde yaşayan Arap kabilelerinin Medine’ye heyetler gönderip itaatlerini arzetmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu gelişmeler arasında Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş kabilesinin müslüman olmasının ayrı bir yeri vardır. Arap kabileleri çok değer verdikleri ve müslümanların en ciddi muhalifi olan Kureyş’in İslâm’ı kabul etmesiyle kendi güç ve tutumlarını gözden geçirerek Allah’ın dinine girmeye başladılar. Nasr sûresinde bu hususa şöyle işaret edilmektedir: “Allah’ın yardımı ve zaferi (Mekke’nin fethi) gelip de insanların Allah’ın dinine dalga dalga girmekte olduklarını görünce Rabbine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, çok bağışlayıcıdır” (en-Nasr 110/1-3). Kabileleri adına Medine’ye gelip Hz. Peygamber’le görüşen heyetler, müslüman olduklarını bildiriyor, kendileri ve kabileleri adına biat ediyor, dini bizzat tebliğcisinden öğrenmek istiyor, bazan da kabile mensuplarına öğretmen gönderilmesini talep ediyordu. Bu heyetler arasında Sakîf ve Hanîfe kabilelerinin temsilcileri gibi İslâm’ın bazı temel ibadetlerinden muaf olup yasaklarından kaçınmamaya yönelik kabul edilemeyecek şartlar ileri sürenler veya menfaat elde etmek isteyenler de bulunabiliyordu. Bu arada Necranlı ve Tağlib kabilesine mensup hıristiyanlarda görüldüğü üzere müslüman olmaksızın cizye vermek suretiyle İslâm devletinin hâkimiyeti altına girenler de vardı. Kabile heyetlerinin Medine’ye gelişleri, İslâmiyet’i anlatmak için Rasûl-i Ekrem’e iyi bir imkân sağlıyordu. Sözü edilen heyetler Abdurrahman b. Avf, Remle bint Hâris, Ebû Eyyûb el-Ensârî ve Hâlid b. Velîd gibi sahâbîlerin evlerinde, bazan da ashâb-ı Suffe’nin yerinde veya mescidin avlusunda kurulan çadırlarda ağırlanıyordu. Rasûlullah heyet üyelerine değer veriyor, kendilerine Kur’an okuyup öğretiyor, dinin esaslarını ve ahlâk kurallarını anlatıyordu. Medine’den ayrılırken çeşitli hediyelerle uğurlanan heyetlere dikkat edilmesi gereken hususlara dair bilgiler veriliyor, ayrıca vali, zekât veya cizye tahsildarı olarak ya da İslâmiyet’i öğretmek üzere görevliler tayin ediliyor, bu hususlara dair yazılı belgeler düzenleniyordu. Elçi-heyetlerin bu ziyaretleri Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan kabilelerin müslüman olduğunu ve Medine’nin yarımadanın başşehri olarak benimsendiğini göstermektedir. İbn Sa‘d, eserinde, 9 (630) ve 10. (631) yıllarda Arabistan’ın muhtelif yerlerinden gelen yetmiş bir heyeti bir arada zikretmiş, bunların her biriyle ilgili çeşitli bilgiler vermiştir (bk. İbn Sa‘d, I, 291-359)

Tebük Gazvesi


Tebük Gazvesi

Hicretin 9. yılında (m. 630) Bizans İmparatoru Herakleios’un, Lahm, Cüzâm, Âmile ve Gassânîler gibi müttefik hıristiyan Arap kabilelerinin de desteğini alarak müslümanlara karşı savaş hazırlığına başladığına dair haberler Medine’ye ulaştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, kuraklık ve kıtlık hüküm sürmesine rağmen savaş hazırlıklarına başladı. Amacı düşman saldırılarını yerinde bastırıp muhtemel tehlikeyi savmaktı. Kur’ân-ı Kerim’de (bkz. et-Tevbe 9/38-106) ve İslâm tarihi kaynaklarında İslâm toplumundaki savaş hazırlıklarıyla ilgili haberlerden; Sâsânîler’e karşı kesin bir üstünlük sağlamış olan Bizans’ın müslümanlar tarafından oldukça ciddî bir güç olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber genellikle sefer için gideceği yeri gizli tuttuğu halde bu defa hedefin Bizans ordusu olduğunu açıkça belirtti; çünkü gidilecek yol uzun, düşman güçlü ve büyüktü. Ayrıca mevsim çok sıcaktı ve ürün toplama zamanıydı.
Sefer hazırlıkları sırasında Hz. Osman başta olmak üzere birçok sahâbî İslâm ordusunun donatımı için ciddî katkılarda bulundu. Hz. Osman 1.000 adet binek hayvanı verdiği gibi her birine birer altın harcayarak 10.000 askeri donattı. Abdurrahman b. Avf ve Talha b. Zübeyr yüklü miktarda bağışta bulundu. Hz. Ömer mal varlığının yarısını, Hz. Ebû Bekir de tamamını bağışladı. Hemen herkes elinden gelen gayreti gösterip İslâm ordusuna yardım yarışına katıldı.
Samimi, fedakar ve gayretli müslümanlar yanında her zaman olduğu gibi bu seferde de münafıklar bozgunculuk yapmaktan geri durmadılar. Bizans’ın gücünü hatırlatıp bu sıcak, kıtlık ve kuraklık mevsiminde sefere çıkmanın yersiz olduğunu söyleyerek müslümanların morallerini bozmaya çalıştılar. Buna karşılık yoksul oldukları için binek bulamayan ve bu yüzden sefere katılamadığı için gözyaşı döken samimi müslümanlar da vardı.
Resûl i Ekrem kendi döneminde hazırlanan orduların en büyüğünü teşkil eden, 10.000’i süvari olmak üzere 30.000 kişilik orduyla Medine’ye kuzeyden 700 km. kadar uzaklıkta Suriye yolu üzerindeki Tebük’e kadar ilerleyip orada karargâh kurdu (Receb 9/Ekim 630). On beş-yirmi gün burada kalındı, ancak Bizans ordusuna rastlanmadı. Tebük’te bulunduğu sırada Hz. Peygamber İslâmiyet’e davet amacıyla batı istikametinde çok geniş bir sahaya yayılan, çoğunluğu hıristiyan ve bir kısmı yahudi olan Cerbâ, Eyle, Ezruh, Maknâ ve Maan’a birlikler gönderdi. Onların temsilcileri gelip İslâmiyet’i kabul etmeyeceklerini ancak vergi (cizye) ödeyeceklerini bildirdiler; böylece can, mal ve inanç hürriyetlerinin güvence altına alınması şartıyla İslâm devletinin tebaası olmayı kabul ettiler. Resûlullah bu yerleşim merkezlerinin her biri için birer antlaşma metni yazdırıp kendilerine verdi. Bu arada Hâlid b. Velîd’in kumandası altındaki 400 kişilik askerî birlik Irak yolu üzerinde önemli bir merkez olan Dûmetülcendel’e gönderilmişti. Hâlid Dûmetülcendel kalesini ele geçirdi ve müslümanlara düşmanlık eden hıristiyan emiri Ukeydir b. Abdülmelik’i esir alarak Hz. Peygamber’e getirdi. Hz. Peygamber Ukeydir ile cizye ödemesi şartıyla bir anlaşma yapmış ve onun memleketine dönmesine izin vermiştir. Böylece Dûmetülcendel halkının da cizye ödemek suretiyle İslâm devletinin hâkimiyetini kabul etmesi sağlanmıştır.
Tebûk’te bulunan Hz. Peygamber’in, o sırada Hıms veya Dımaşk’ta olduğu belirtilen Bizans İmparator’u Herakleios’a, Dihye b. Halife el-Kelbî vasıtasıyla ikinci kez İslâm’a davet mektubu gönderdiği nakledilir. Mektupta imparatora İslâm’a girme, cizye ödeme veya savaş alternatifleri teklif edilmekte, bunun yanında hiç olmazsa halkından İslâm’ı seçecek olanlara engel olmaması istenmekteydi. Mektubu alan imparator dinî ve askerî çevresiyle istişare ettikten sonra hıristiyan Arap kabilelerinden Benî Tenûh’a mensup bir elçiyi Hz. Peygamber’e gönderdi. Elçi sefer şartlarının müsaade ettiği ölçüde ağırlanmış ve kendisine Hz. Osman tarafından kıymetli bir elbise hediye edilmiştir.
Hz. Peygamber’in bizzat katıldığı son gazve olan Tebûk seferi müslümanlar için ciddi bir sınav olmuş, zor bir zamanda (sâ‘atü’l-usra) yapıldığına işaret eden âyetten (et-Tevbe 9/117) hareketle, sefere katılan orduya “zor zamanların ordusu” anlamında “ceyşü’l-usra” denilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu sefere katılan veya mazeretine binaen ya da mazeretsiz katılamayan müslümanlar ile savaşa destek vermedikleri gibi katılmak isteyenleri de vazgeçirmeye çalışan münafıkların tavrı hakkında birçok âyet yer almaktadır (bk. et-Tevbe 9/38-106, 117-118).
Hz. Peygamber Tebûk seferinden Medine’ye dönünce Mescid-i Nebevî’ye gidip şükür namazını kıldıktan sonra mazeretleri sebebiyle savaşa katılamayanların tebriklerini kabul etti. Çeşitli mazeretler ileri sürerek sefere katılamadıklarını beyan eden münafıkların tebriklerini de kabul eder göründü. Aslında onlar sahte mazeret uyduruyor ve yalan söylüyorlardı (et-Tevbe 9/94-97). Bu arada Resûlullah’ın meşhur şairlerinden biri olan Ka‘b. Mâlik ile Bedir gazilerinden Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî‘ malî durumu ve sağlığı elverişli olup hiçbir meşru mazereti bulunmadığı halde ihmalkâr davranarak sefere katılmamışlardı. Bunlar Hz. Peygamber’e gelip durumu itiraf ettiler. Hz. Peygamber onlara son derece soğuk davranıp haklarında Allah’ın hükmü gelinceye kadar beklemelerini söyledi; diğer müslümanların onlarla konuşmasını yasakladı ve bir süre sonra da hanımlarından ayrı durmalarını istedi. Bu duruma düşmek onlara oldukça ağır geldi. Toplum içine çıkamaz, insan yüzüne bakamaz oldular. Öyle ki “yer yarılsa da içine girip kaybolsak” diyorlardı. Bu şekilde yemekten içmekten kesilip günlerce gözyaşı dökerek Allah’a yalvardılar. Nihayet elli gün süren boykottan sonra nâzil olan âyetlerde onların bu süreçteki ruh halleri tasvir edilerek Allah’ın kendilerini bağışlayıp tevbelerini kabul ettiği bildirildi (et-Tevbe 9/118). Bu ilahî af başta bu üç sahabî olmak üzere Hz. Peygamber’i ve diğer müslümanları çok sevindirdi. Ka‘b b. Mâlik tevbesinin kabul edilmesi üzerine bütün mal varlığını fakirlere bağışlamak istedi; ancak Resûlullah malının bir kısmını elinde tutmasının daha hayırlı olacağını söyledi. O da Hayber’deki arazisini kendine ayırıp diğerlerini dağıttı.
Hz. Peygamber’in Tebûk dönüşü yaptığı faaliyetlerden biri münafıkların müslümanlara karşı bir komplo merkezi olarak inşâ ettikleri ve Mescid-i Dırar adıyla meşhur olan binayı yıktırmasıdır. Tebûk seferinin son hazırlıklarıyla meşgul olduğu sırada münafıklardan bir gurup Hz. Peygamber’e gelip yağmurlu ve soğuk gecelerde yaşlı, hasta ve özürlü olanların namaz kılması için bir mescid inşa ettiklerini söylediler ve kendilerine namaz kıldırarak burayı ibadete açmasını istediler. Hz. Peygamber sefere çıkmakta olduğunu belirtip dönüşte namaz kıldırabileceğini ifade etti. Tebûk seferi dönüşü Resûlullah ordusuyla Zûevan’da konakladığında bazı münafıklar gelerek onu mescidlerine götürüp namaz kıldırmak istediler. Bu sırada bu sözde mescid ve onu yapanların niyetleri hakkında âyetler nâzil oldu (et-Tevbe 9/107-110). Bu âyetlerde mescidi inşa edenlerin yalancı oldukları beyan edilip niyetlerinin mü’minlere zarar vermek, hakkı inkar etmek ve mü’minlerin arasını ayırmak olduğu vurgulanıyordu. Ayrıca burası Mescid-i Dırâr (zarar, tefrika ve nifak mescidi) diye tavsıf edilerek Hz. Peygamber’e burada asla namaza durmaması, buna karşılık takvâ üzerine kurulmuş mescidde (Mescid-i Kubâ veya Mescid-i Nebevî) namaz kılmasının daha uygun olacağı bildiriliyordu. Böylece burasının mescid adı altında müslümanlara karşı inşa edilmiş bir komplo ve fesat yuvası olduğu ortaya çıkınca Hz. Peygamber iki sahabîyi görevlendirerek bu binayı yıktırdı.

Taif Kuşatması


Tâif Kuşatması

Huneyn Savaşı müslümanlar tarafından kazanılmışsa da savaştan kaçanlar İslâm karşıtı başka kabilelerle birleşerek yeni bir tehlike arzetmeye başlamıştı. Bunların başında Tâifliler geliyordu. Tâif halkı İslâm’a karşı olan tavrını zaman zaman küstahlığa varacak şekilde ortaya koymuştu. Hz. Peygamber’i ve müslümanları hicveden şairler, İslâmiyet aleyhine tertip kurmaya çalışanlar başları sıkıştıkça Tâif’e kaçıp sığınıyordu.
Huneyn Savaşı müslümanlar tarafından kazanılmışsa da savaştan kaçanlar İslâm karşıtı başka kabilelerle birleşerek yeni bir tehlike arzetmeye başlamıştı. Bunların başında Tâifliler geliyordu. Tâif halkı İslâm’a karşı olan tavrını zaman zaman küstahlığa varacak şekilde ortaya koymuştu. Hz. Peygamber’i ve müslümanları hicveden şairler, İslâmiyet aleyhine tertip kurmaya çalışanlar başları sıkıştıkça Tâif’e kaçıp sığınıyordu. Dolayısıyla Tâif düşmanın bir yığınak yeri haline gelmişti. Nitekim Evtâs’ta yenilgiye uğrayan Hevâzinliler de buraya sığınmışlardı. Rasûlullah Huneyn Savaşı’nın hemen ardından kendisinin başında bulunduğu bir askerî güçle Tâif üzerine yürümeye karar verdi. Hâlid b. Velîd kumandasında 1.000 kişilik bir öncü kuvvetin ardınadn Tâif’e gelen Hz. Peygamber kalelere sığınan Sakîfliler ve diğer Hevâzinliler’i bir ay kadar muhasara etti. Tâifliler kalelerinde bulundukları için, açıktan hücûm eden müslümanları sürekli ok yağmuruna tutma avantajını kullanarak güçlü bir savunma yapıyorlardı. Çeşitli strateji ve taktiğin uygulandığı bu kuşatmada müslümanlar mancınık ve debbâbe gibi askerî malzemelerden yararlanmışlardır. Rasûlullah, Tâifliler’in bir yıl yetecek kadar erzak depoladıklarının anlaşılması ve haram ayının yaklaşması üzerine muhasarayı kaldırdı ve ganimetlerin toplandığı Ci‘râne’ye geldi. Tâif kuşatmasında müslümanlar 12 şehid vermiş, öldürülen düşman sayısı ise 3 kişi olarak zikredilmiştir.

Huneyn Gazvesi


Huneyn (Hevâzin) Gazvesi

Mekke’nin fethinden sonra Rasûl-i Ekrem’i meşgul eden kabile topluluklarından biri de Hevâzinliler’di. Birçok kola ayrılan Hevâzin, Mekke ile Necid arasında ve güneyde Yemen’e kadar uzanan bölgelerde yaşıyordu. Kabilenin önemli bir kolunu oluşturan Sakîfliler Tâif’te bulunuyordu. Hevâzin kabile topluluklarıyla Kureyş arasında ticarî münasebetlerin de tesiriyle Câhiliye döneminden beri süregelen düşmanlık, Kureyş kabilesinden olan Rasûlullah’a ve onun getirdiği İslâmiyet’e de yönelmişti. Kabilenin bazı kolları Hudeybiye Antlaşması’nın yol emniyetiyle ilgili hükümlerini ihlâl ettiklerinden Hz. Peygamber onlar üzerine bazı küçük seriyyeler göndermişti. Ancak kin ve düşmanlıkları artarak devam ettiği için Hevâzinliler, Mekke fethi sırasında Resûlullah’ın Kureyş’ten sonra en önemli hedeflerinden biri haline gelmişti. Mekke’de bulunduğu sırada Rasûl-i Ekrem, ele geçirilen bir casustan Hevâzinliler’in müslümanlara karşı savaşa girişmek üzere büyük bir hazırlık yaptıklarını öğrendi. Diğer taraftan Sakîfliler de, Tâif yolu üzerindeki Uzzâ putunun yıktırılması üzerine kendi putları Lât’ın da tahrip edileceğinden korkup Evtâs’ta toplanan Hevâzinliler’e katıldılar. Hevâzin ordusunun kumandanlığını otuz yaşlarındaki Mâlik b. Avf en-Nasrî yapıyordu. Mâlik b. Avf tecrübeli kişilerin muhalefetine rağmen askerlerini savaş meydanında tutabilmek için kadın, çocuk, mal ve hayvanların da cepheye getirilmesini emretmişti. Böylece müslümanlara karşı topyekün bir savaş durumu ortaya çıkmıştı.
İstihbarat için gönderdiği Abdullah b. Ebû Hadred el-Eslemî’nin, Hevâzin ve Sakîf kabilelerinin Evtas vadisinde toplandıkları haberini doğrulaması üzerine Hz. Peygamber, savaş hazırlıklarına başladı. Ardından Mekkeli müslümanlardan yeni katılan 2.000 kişi ile birlikte asker sayısı 12.000’e ulaşan ordusuyla Mekke’nin fethinden onyedi gün sonra 6 Şevval 8 (27 Ocak 630) tarihinde yola çıktı. İslâm ordusunda Ümmü Umâre, Ümmü’l-Hâris ve Ümmü Süleym gibi sahabî hanımlar da bulunuyordu.
11 Şevval 8 (1 Şubat 630) Perşembe günü Evtâs’a yönelen İslâm ordusu geceleyin Huneyn’e ulaştı ve burada şafak sökünceye kadar bekledi. Fecir vakti Süleymoğullarından 100 süvarinin oluşturduğu Hâlid b. Velîd kumandasındaki öncü birliğin arkasından harekete geçti. Huneyn vadisine müslümanlardan önce gelip vadinin en dar ve kumlu yerine pusu pusu kuran Hevâzinliler’in öncü birliğini oka tutmasıyla savaş fiilen başladı. Havanın henüz karanlık olması yüzünden pusudaki düşmanların yerini tesbit etmek çok zordu. Bunun yanı sıra ürken at ve develerin meydana getirdiği karışıklık ve panik havası öncü birliğin dağılmasına, merkezdeki birliklerin de düzensiz bir şekilde geri çekilmesine sebep oldu. Öyle ki, Hz. Peygamber’in etrafında çok az sayıda asker kaldı. Kur’ân-ı Kerîm’de bozgunun sebebi olarak müslümanların sayı bakımından kendilerini üstün görmesine, dolayısıyla Allah’a tevekkülün tam mânasıyla gerçekleşmemiş olmasına dikkat çekilmiş, fakat yaşanan acı tecrübeden sonra Allah’ın mânevî desteğiyle zaferin kazanıldığı ifade edilmiştir (et-Tevbe 9/25-26). Dağılan ordu Resûlullah’ın uyarısı, cesur ve kararlı müdahalesiyle kısa zamanda toparlandı ve şiddetli bir savaştan sonra zafere ulaşıldı. Hevâzinliler’in büyük bir kısmı kumandanlarıyla birlikte Tâif’e, bir kısmı da Evtâs’a sığındı, geri kalanlar ise Nahle’ye kaçtı. Böylece bedevî Arapların müslümanlara karşı mücadelelerinin son zirvesini teşkil eden bu savaş da müslümanların zaferiyle sonuçlanmış oldu.
Bu savaşta dört müslümanın şehid olduğu, düşman askerinden de meşhur şair ve cengâver Düreyd b. Simne’nin de aralarında bulunduğu 70 kişinin öldüğü rivayet edilmektedir. Hz. Peygamber ashabına çocuk, kadın, hizmetçi ve kölelerin öldürülmemesini emretmiş ve o gün öldürülen bir kadına çok üzülmüştü.
Yenilginin ardından kaçan Hevâzinliler’in büyük kısmı kumandanları Mâlik ile birlikte Tâif’e, bir kısmı da Evtâs’a sığındı; geri kalanlar ise Nahle’ye yöneldiler. Rasûl-i Ekrem savaşın ertesi günü kendisi Tâif üzerine yürürken Evtâs ve Nahle’ye de birer birlik gönderdi. Nahle’ye gönderilen birlik kaçanların dağa çıkmaları üzerine takipten vazgeçerek geri döndü. Evtâs’a gönderilen Ebû Âmir el-Eş‘arî kumandasındaki birlik ise burada Hevâzinlilierle yaptığı savaşı kazandı. Ancak Ebû Âmir şehid düştü. Kumandayı alan Ebû Mûsâ el-Eş‘arî ele geçirdiği esirlerle ganimetleri Hz. Peygamber’in talimatı gereği Huneyn Gazvesi’nde elde edilen ganimetlerin toplandığı Ci‘râne’ye getirdi.

Mekke'nin Fethi


Mekke'nin Fethi

Mekke çevresinde yaşayan Benî Bekir b. Abdümenât ile Huzâalılar arasında Câhiliye döneminden beri devam edegelen kan davası Hudeybiye Antlaşması’yla ortadan kaldırılmış, Benî Bekir Kureyş ile, Huzâalılar da Hz. Peygamber’le ittifak kurmuşlardı. Ancak Benî Bekir Kureyşliler’den de destek alarak Huzâalılar’a bir gece baskın düzenlemiş ve kabilenin reisi Ka‘b b. Amr ile bazı mensuplarını öldürmüştü. Huzâalılar Medine’ye bir heyet göndererek Hz. Peygamber’den yardım istediler. Aslında Huzâalılar Rasûlullah’a ve onun tebliğ ettiği dine başlangıçtan itibaren sıcak bakmış, müslümanlara özellikle istihbarat alanında önemli yardımlarda bulunmuş ve Hudeybiye Antlaşması’na kadar kabilenin tamamı İslâmiyet’i benimsemişti. Rasûl-i Ekrem Kureyşliler’e bir mektup yollayarak Benî Bekir ile ittifaktan vazgeçmelerini veya öldürülen Huzâalılar’ın diyetini ödemelerini istedi. Aksi takdirde antlaşmanın ihlâl edilmiş olması sebebiyle kendilerine savaş açabileceğini bildirdi. Kureyşliler hem diyet ödemeyi hem de Bekiroğulları’yla ittifaklarını bozmayı reddedip Hudeybiye Antlaşması’nı yenilemek üzere Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderdiler. Ancak Ebû Süfyân Medine’deki girişimlerinden olumlu bir sonuç alamadan Mekke’ye döndü.
Mekke seferine karar veren Hz. Peygamber, kan dökmemek ve düşmanı hazırlıksız yakalamak için gideceği yeri gizli tutarak hazırlıklara başladı; müslüman kabilelere haber gönderip Medine’de toplanmalarını istedi. Ordusunun gerçek gücünü saklamak amacıyla bazı kabilelerin yol boyunca orduya katılmasını emretti. Medine’den çıkış yasaklandı ve Medine-Mekke arasındaki önemli geçitlere nöbetçiler yerleştirilerek Mekke’ye gidişe izin verilmedi. Yapılan hazırlıkları Kureyşlilere bildirmek isteyen Hâtıb b. Ebû Beltea’nın gönderdiği haberci, bu durumdan vahiy yoluyla haberdar olan Resûlullah’ın görevlendirdiği sahabîler tarafından yakalandı. Ayrıca Mekkelileri şaşırtmak için Mekke-Medine yolu üzerinde bulunan Batn-ı Idam’a Ebû Katâde el-Ensârî kumandasında bir keşif birliği gönderildi.
Medine’de idarî işler için Ebû Rühm’ü, imâmet için Abdullah b. Ümmü Mektûm’u vekil bırakan Hz. Peygamber ordusuyla 13 Ramazan 8 (4 Ocak 630) tarihinde şehirden ayrıldı. Askerî harekâtın hedefini gizli tuttuğundan mîkat yeri Zülhuleyfe’de ihrama girmeyerek yola devam etti ve Mekke yakınındaki Merrüzzahrân’da konakladı. İslâm ordusu yol boyunca katılanlarla birlikte 10.000 kişiye ulaşmıştı. İslâm ordusunun Mekke kapısına dayandığını bu sırada öğrenip paniğe kapılan Kureyşliler Ebû Süfyân başkanlığında bir heyeti Rasûlullah’a gönderdiler. Heyeti bir gece karargâhında tutup ordusunun resmi geçidini seyrettiren Hz. Peygamber onları müslüman olmaya çağırdı. Böyle bir orduyla savaşmayı göze alamayan Ebû Süfyân ve heyet üyeleri İslâm’ı kabul etmiş olarak Mekke’ye döndüler. Bu durum karşısında Mekke halkı İslâm ordusuna karşı konulamayacağını anladı. Ebû Süfyân Kâbe’nin avlusunda toplanan Kureyşliler’e kendisinin müslüman olduğunu ve teslim olmaktan başka çarelerinin kalmadığını Mescid-i Harâm’a veya kendi evine sığınmalarını tavsiye etti. Bu bir bakıma Mekke’nin teslimi anlamına geliyordu. Hz. Peygamber başta Ebû Süfyân olmak üzere Ümmü Hânî, Hakîm b. Hizâm, Ebû Ruveyha ve Büdeyl b. Verkâ gibi Mekkelilerin evine sığınanlara himaye hakkı verip bu kişileri onurlandırdı ve gönüllerini İslâm’a ısındırmak istedi. Ebû Süfyân’dan sonra Mekke’ye gelen Hz. Peygamber’in amcası Abbas da Mekkelilere aynı şeyleri söyledi; onlar da Mescid-i Harâm’ın içerisine ve evlerine dağıldılar.
Dört koldan aynı anda Mekke’ye girilmesini planlayan aesûl-i Ekrem kumandanlarına mecbur kalmadıkça savaşmamalarını, kaçanları takip etmemelerini, yaralı ve esirleri öldürmemelerini ve Safâ tepesinde kendisiyle buluşmalarını bildirdikten sonra ilk önce sağ kol birliğinin kumandanlığını yapan Hâlid b. Velîd’in harekete geçmesini emretti. Mekke müşriklerinin Safvân b. Ümeyye kumandasında İkrime b. Ebû Cehil ve Süheyl b. Amr gibi Mekke eşrafı ile çoğunluğu müttefik kabilelerin kuvvetlerinden oluşan birliğinin yerleştirildiği güneydeki Lît adı verilen yerden şehre giren Hâlid b. Velîd bu kuvvetleri bozguna uğratarak şehrin fethi sırasındaki tek mukavemeti kırmış oldu. Canlarını kurtaranlar evlerine kapanarak ya da silahlarını bırakarak emân dilediler. Çatışmalarda Mekkelilerden on iki veya yirmi sekiz kişi ölmüş, müslümanlardan ise iki veya üç kişi şehit düşmüştü. Kumandanlığını Sa‘d b. Ubâde’nin yaptığı ensâr birliği Mekke’nin batı tarafından, Zübeyr b. Avvâm’ın kumanda ettiği muhacirlerden oluşan sol kol birliği de kuzeyden şehre girdi. Merkezî birliğin başında bulunan Hz. Peygamber ise Mekke’nin yukarı kısmından kuzeybatıdaki Ezâhir yolunu takib edip etrafındaki muhacirîn ve ensarla birlikte, Allah’a hamd ve şükürler ederek Mekke’ye girdi; Hacûn’da konakladı ve diğer birliklerle Safâ tepesinde buluştu (20 Ramazan 8/11 Ocak 630).
Daha sonra Mescid-i Harâm’a giden Hz. Peygamber Hacer-i Esved’i selamlayıp öptü ve Kâbe’yi tavaf etti. Yaptığı konuşmada Mekke’nin harem olduğunu ve bu statüsünün devam edeceğini; hac ve Kâbe idaresiyle ilgili hicâbe (sidâne) ve sikâye dışındaki bütün görevleri ilga ettiğini, hicâbe görevini Osman b. Talha’ya, sikâyeyi de amcası Abbas’a bıraktığını belirtti. Arkasından umûmî af ilan etti. Mescid-i Harâm’a, daha önce belirtilen kişilerin evlerine ve kendi evine sığınanlarla silâhlarını bırakanların emniyette olduğunu, esir alınanların öldürülmeyeceğini ve hiç kimsenin takibata uğramayacağını bildirdi. Rasûlullah cezalandırma imkânı eline geçtiği halde, yirmi yıldır her fırsatta kendisine ve müslümanlara düşmanlık yapmış olan Kureyşliler’i affederek insanlık tarihinde eşine az rastlanır bir merhamet örneği gösterdi. Fetih günü, aynı zamanda gerçek bir “merhamet günü” oldu. Kimsenin malına dokunulmadı ve esirler serbest bırakıldı. Sadece”demi heder edilenler” diye anılan ve Hz. Peygamber ile müslümanlara karşı şiddetli düşmanlıklarıyla tanınan on kadar kişi umumi af kapsamının dışında bırakıldı. Bunlardan yakalanan üç kişi öldürülmüş, İkrime b. Ebû Cehil gibi bir kısmı Mekke’den kaçmış, bir kısmı da affedilmiştir.
Hz. Peygamber, Tevhid inancının sembolü olan Kâbe’nin içindeki ve çevresindeki putları ve diğer şirk alâmetlerini temizlettikten sonra Kâbe’nin içinde iki rekat namaz kıldı. Bilâl-i Habeşî’den Kâbe’nin damına çıkıp ezan okumasını istedi. Bilâl i Habeşî’nin ezan okumasıyla Kureyşliler, kadınlı erkekli Rasûl-i Ekrem’in huzuruna gelerek müslüman oldular. Kendilerine esir muamelesi yapılmayarak serbest bırakılan bu kişilere “tulekâ” denilmiştir. Bu arada Safvân b. Ümeyye gibi süre isteyenlere de dört ay mühlet verilmiştir.
Rasûl-i Ekrem Mekke’de kaldığı sürece Hacûn’da kurulan çadırda ikamet etti. Kendisine evinde kalması teklif edilince Medine’ye hicretinden sonra, henüz müslüman olmayan amcasının oğlu Akîl b. Ebû Tâlib’in evini satmış olduğuna işaret ederek “Akîl bize ev mi bıraktı!” şeklinde serzenişte bulundu ve şehrin fatihi olmasına rağmen evini geri almayı düşünmedi. Hz. Peygamber “Fetihten sonra hicret yoktur” (Tirmizî, “Siyer”, 33) sözüyle Mekke’nin fethiyle birlikte Medine’ye hicretin sona erdiğini ve bir zorunluluk olmaktan çıktığını ifade etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in 110. sûresi olan Nasr sûresine adını veren “nasr” (yardım) kelimesinin bütün Araplara üstün gelmeye, aynı sûredeki “feth” kelimesinin Mekke’nin fethine işaret ettiği kaydedilmektedir. Feth sûresi de Hudeybiye antlaşmasına ve dolayısıyla Mekke fethine işaret etmektedir.
Fetihten sonra bir süre daha Mekke’de kalan Hz. Peygamber Attâb b. Esîd’i Mekke’ye vali tayin edip Muâz b. Cebel’i de yeni müslüman olanlara Kur’ân’ı ve dinî esasları öğretmekle görevlendirdikten sonra Hevâzin kabilelerine karşı aşağıda bahsedilecek olan Huneyn Gazvesi’ni gerçekleştirdi. Ardından muhacirlerle birlikte Medine’ye döndü. Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş müşriklerinin Hz. Peygamber ve müslümanlara karşı olan düşmanlığı sona ermiş, yarımadanın Hicaz bölgesinde İslâm’ın yayılışı önündeki engeller kalkmıştı.
Hz. Peygamber Mekke’de kaldığı süre içinde bazı sahâbîleri şehrin çevresindeki kabilelere ait putları yıkmak üzere görevlendirdi. Yıkılan putlar arasında Menât, Süvâ‘ ve Uzzâ da bulunuyordu. Ardından yine şehre yakın bazı kabileleri İslâmiyet’e davet etmek için seriyyeler düzenlemeye başladı. Şevval 8 (Şubat 630) tarihinde Hâlid b. Velîd’i 350 kişilik bir birliğin başında, Mekke’nin güneyinde yaşayan Cezîme b. Âmir kabilesine gönderdi. Hâlid onlardan silâhlarını bırakıp müslüman olmalarını istedi. Tartışmalardan sonra silâhlarını bırakmaya rıza gösterdiler ve müslüman olduklarını ifade etmek üzere “dinimizi değiştirdik” anlamında “sabe’nâ” dediler. Ancak onların bu sözleriyle net bir tavır ortaya koymadıklarını düşünen Hâlid daha önceki düşmanlıklarını da hesaba katarak kendilerini esir alıp askerleri arasında taksim etti, ertesi sabah da öldürülmelerini emretti. Süleymoğulları’na mensup askerler emri yerine getirerek otuz kadar esiri öldürdü. Muhacir ve ensara mensup sahâbîler ise müslüman olduklarına kanaat getirerek esirlerini serbest bıraktılar. Bu gelişmeleri Mekke’ye kaçıp gelen bir esirden öğrenen Hz. Peygamber çok üzüldü, Hâlid’i onların müslüman olup olmadıklarını tesbit hususunda acele etmekle suçladı ve “Allahım, ben Hâlid’in yaptıklarından berîyim!” buyurarak onun bu davranışını tasvip etmediğini gösterdi. Hz. Ali’yi Cezîme kabilesine gönderip öldürülenlerin diyetlerini ödetti ve uğradıkları maddî zararı fazlasıyla tazmin ederek gönüllerini aldı.

Mute Savaşı


Mûte Savaşı

Mûte Lût gölünün güneyinde Kudüs’e 50 km. mesafededir. Hz. Peygamber 8. yılın başında (m. 629) Hâris b. Umeyr el-Ezdî’yi İslâm’a davet mektubuyla birlikte Bizans’a bağlı Busrâ valisine gönderdi. Elçi hıristiyan Gassânî Emiri Şürahbîl b. Amr’ın topraklarından geçerken adı geçen emir tarafından öldürüldü. Hâris b. Umeyr Hz. Peygamber’in öldürülen tek elçisidir. Hz. Peygamber elçi dokunulmazlığını öngören uluslar arası hukukun bu açık ihlali karşısında 3.000 kişilik bir ordu hazırladı ve kumandanlığına Zeyd b. Hârise’yi tayin etti. Ardından Zeyd’in öldürülmesi halinde kumandayı Ca‘fer b. Ebû Tâlib’in, Ca‘fer’in öldürülmesi durumunda da Abdullah b. Revâha’nın ele almasını, şayet o da şehid düşerse müslümanların kendi aralarından birini seçmelerini emretti. Hz. Peygamber elçinin öldürüldüğü yere kadar gidildikten sonra oradakilerin önce İslâm’a davet edilmesini, bu davete olumlu cevap verilmesi halinde savaşılmamasını istedi. Bu arada çocuk, kadın ve yaşlılar ile manastırlara çekilmiş insanlara dokunulmamasını, hurmalıklara zarar verilmemesini, ağaçların kesilmemesini ve binaların yıkılmamasını tembih etti.
İslâm ordusu, Vâdilkurâ ve Maân üzerinden Mûte’ye ulaştı. Burada bölgede bulunan Bizans orduları kumandanı Theodoros’un genel idaresinde, Şürahbîl b. Amr kumandasındaki hıristiyan Arap kabileleri de dahil, sayıları 100.000 veya 200.000 kişiye ulaştığı rivayet edilen büyük bir orduyla karşılaştı (Cemâziyelevvel 8/Eylül 629). Zeyd b. Hârise savaşın başında şehit düşünce sancağı Ca‘fer b. Ebû Tâlib aldı. Sağ eli kesilen Ca‘fer sancağı sol eline aldı, sol eli de kesilince iki koluyla göğsü arasında tuttu, fakat bir mızrak darbesiyle şehid oldu. Ardından kumandayı devralan Abdullah b. Revâha da şehid düşünce sancak Hâlid b. Velîd’e teslim edildi. Rivâyete göre bu sırada Hz. Peygamber Mescid-i Nebî’de savaş alanında cereyan eden gelişmeleri, bu arada kumandanların birer birer şehid oluşunu ashabına nakletmekteydi. Cephede kumanda Hâlid b. Velîd’e verilince şöyle dedi: “...En sonunda sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. Nihayet Allah müslümanlara fethi müyesser kıldı”. Hâlid b. Velîd sağ kanattaki askerleri sol kanada, sol kanattakileri sağ kanada, geridekileri öne, öndekileri de geriye almak suretiyle yeni takviye birlikleri gelmiş izlenimi uyandırdı. Geri çekilirken zaman zaman düşmana zarar verip bir miktar ganimet de ele geçirerek İslâm ordusunu, fazla zayiat vermeden Medine’ye getirmeyi başardı.
Mûte’de müslümanlar onbeş şehit verdiler. Hz. Peygamber şehitlerin ardından ağlamış, ancak ağıt yakıp feryad etmeyi yasaklamış, yakınlarının ve komşularının şehit ailelerine üç gün süre ile yemek götürmesini ve işlerine yardımcı olmasını istemiştir. Kendisi de amcasının oğlu Ca‘fer’in ev halkına üç gün yemek göndermiş, daha sonra çocuklarını yanına alarak bakımlarını üstlenmiştir.
Mûte’de İslâm askerleri kendilerinden çok güçlü olan düşman ordusuna karşı metanetle savaştılar. Mûte savaşından altı ay önce Hz. Peygamber’in umretü’l-kaza için Mekke’ye gittiği sırada İslâm’ı kabul eden ve ilk defa müslümanlar safında bir savaşa katılarak kumandanlık yapan Hâlid b. Velîd bu savaşta gösterdiği üstün kahramanlık sebebiyle Resûlullah tarafından övülmüş ve “Allah’ın kılıcı” (Seyfullah) unvanını almıştır. Kendisinden nakledildiğine göre o gün elinde dokuz kılıç parçalanmış ve yalnız ağzı enli Yemânî bir kılıç dayanabilmiştir. Savaşa katılanlardan Abdullah b. Ömer ve arkadaşları şehit düşen Ca‘fer b. Ebû Tâlib’in göğsünde elliden fazla kılıç, ok ve mızrak yarası saydıklarını ifade etmişlerdir. Hz. Peygamber Ca‘fer’in kesilen iki eline karşılık cennette çift kanatla uçacağını müjdelemiş, bu sebeple o, Ca‘fer-i Tayyâr diye anılmıştır.
Mûte savaşı Hz. Peygamber bizzat katılmadığı için bir “seriyye” olmakla birlikte bazı kaynaklarda muhtemelen büyüklüğü, önemi ve meydan savaşı olması itibariyle “gazve” olarak isimlendirilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in orduyu gönderirken üç kumandan tayin etmesinden dolayı “ceyşü’l-ümerâ/ba‘sü’l-ümerâ” diye de adlandırılmıştır.
Bu savaşla İslâm ordusu dönemin en büyük imparatorluklarından biri olan Bizans ordusuyla ilk defa karşılaşmış oldu. İslâm ordusunun kendisinden sayı ve güç bakımından kat kat üstün olan ordu karşısında daha fazla zayiat vermeden geri çekilerek Medine’ye dönebilmiş olması bir başarı olarak değerlendirilmelidir. Prof. Dr. Mustafa Fayda bu savaşın müslümanlar açısından önemini şöyle ifade etmektedir: “Mûte savaşı ile Hâlid ve müslümanlar Bizans ordusunu, savaş üslûbunu, taktiklerini ve silahlarını çok yakından tanıma imkânı elde ettiler. Yaşanmış bu tecrübenin, başta Yermûk olmak üzere ileride Bizans ordusuyla yapılacak savaşlarda faydası görülecektir. Ayrıca Suriye ve Filistin bölgesindeki Araplar, müslümanların iman, şecaat ve kahramanlıklarını görmüşler, yeni dini ve onun mensuplarını tanımaya başlamışlardır.” (bk. Fayda, Allah’ın Kılıcı Halid b. Velid, s. 168.)

Hayber'in Fethi


Hayber'in Fethi

Hayber Medine’nin 180 km. kadar kuzeyinden itibaren başlayan geniş vadide Medine-Suriye yolu üzerinde yer alan ve yahudilerin yaşadığı önemli bir ticaret ve ziraat merkeziydi. Hz. Peygamber Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra, Hayber’in müslümanlar için arzettiği tehlikeyi düşünmeye başladı. Çünkü Medine’den çıkarıldıktan sonra Hayber’e yerleşen Benî Nadîr yahudileri buradaki soydaşlarıyla birlikte Medine’ye karşı büyük bir düşmanlık faaliyeti içine girmiş, Mekkeli müşriklerin yanı sıra bazı Arap kabileleriyle de anlaşarak bir ittifak meydana getirmişlerdi. Hendek Gazvesi onların bu faaliyetlerinin bir sonucuydu. Rasûlullah Hudeybiye’den döndükten kısa bir süre sonra Hayber üzerine yürümeye karar verdi ve 200’ü süvari olmak üzere 1600 (veya 300’ü süvari 1500) kişilik bir kuvvetle Medine’den ayrıldı (Muharrem sonu 7/Haziran 628). Durumdan haberdar olan Hayberliler müslümanlara karşı hazırlık yapmaya başladılar. Rivayetlere göre 20.000 veya en az 10.000 savaşçıları vardı. Ayrıca sağlamlığıyla ünlü kalelerinde savunma avantajına sahiptiler ve silahları da boldu. Bir ay kadar süren ve bazan çok çetin mücadelelere sahne olan kuşatma sonunda Hayber’deki yedi müstahkem kalenin dördü savaşla, üçü de sulh yoluyla ele geçirildi. Hayber kalelerinin en büyüğü olan Kamûs’u fetheden Hz. Ali başta olmak üzere müslümanların büyük kahramanlık gösterdiği savaşta doksan üç yahudi öldü. Müslümanlardan şehid olanların sayısı ise 15-20 kadardı.
Savaşta yahudilerin savaşçıları, kadın ve çocukları dahil olmak üzere çok sayıda kişi esir alınmıştı. Muhammed Hamidullah’ın da belirttiği gibi eğer fetihten sonra Tevrat’a göre hüküm verilseydi bütün yetişkin erkekler kılıçtan geçirilecek, kadın ve çocuklar da köle yapılacaktı. Ancak Hz. Peygamber önce halkın tamamının hayatını bağışlayarak kendilerine memleketlerini terk etme izni verdi. Buna karşılık onlar önemli miktarda hurma yetiştirilen arazilerinde yarıcı olarak kalmalarına müsaade edilmesini istediler. Hz. Peygamber bu teklifi kabul etti. Hayber’den sonra Vâdilkurâ ve Fedek halkıyla da benzer anlaşmalar yapıldı.
Hayber'de çok sayıda hayvan, ev eşyası, tekstil ürünleri ve mücevherat ele geçirildi. Bu ganimetler sayı, çeşit ve maddî değeri açısından Hz. Peygamber dönemindeki en zengin ganimetlerden biriydi. Kaynaklarda menkûl ve gayri menkûl ganimetlerin miktarı ve paylaşımı konusunda çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Ganimetler arasında yer alan Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ın nüshaları Hz. Peygamber tarafından sahiplerine iade edildi.
Kuşatma devam ederken Hayberli bir yahudinin kölesi zenci bir çoban Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek İslâmiyet hakkında bilgi aldı ve iman edip müslümanlar safında savaşa katılmaya karar verdi. Bu sırada güttüğü koyunların kendisine emanet olduğu bilinciyle Hz. Peygamber’e koyunları ne yapacağını sordu. Bunun üzerine Rasûlullah ona İslâm’ın emanete riayeti emrettiğini belirtip sürüyü sahibinin kalesine doğru sürerek serbest bırakmasını emretti. Adının Yesâr olduğu kaydedilen çoban Hz. Peygamber’in dediği gibi yaptı ve sürünün kaleye girdiğinden emin olduktan sonra dönüp mücahidler safında savaşa katıldı. Kısa bir süre sonra da şehid oldu. Hz. Peygamber şehidin yanına geldi ve ashabına onun cennetlik olduğunu bildirdi. Böylece müslüman olduktan sonra bir vakit namaz dahi kılma imkânı bulamadan şehit düşen çoban ashâb arasında “hiç namaz kılmadan cennete giren kişi kimdir?” sorusunun cevabı olarak hatıralarda yer etti.
Hayber fethi sırasında yahudi reislerinden Sellâm b. Mişkem’in hanımı Zeyneb bint Hâris bir koyun keserek Rasûlullah’ı ziyafete davet etti. Fakat asıl maksadı onu zehirlemekti. Hz. Peygamber yanına Bişr b. Berâ’yı da alarak bu davete gitti. Ancak ilk lokmada yemeğe zehir karıştırıldığını anladı ve lokmasını yutmadan çıkardı. Kendisiyle beraber bulunan Bişr b. Berâ ise zehirlenmenin etkisiyle öldü.
Hz. Peygamber, Hayber esirleri arasında bulunan yahudi reislerinden Huyey b. Ahtab’ın kızı Safiyye’yi âzad edip eş olarak almıştır.

İslam'a Davet Mektupları


İslâm'a Davet Mektupları

Hz. Peygamber Hudeybiye’den döndükten hemen sonra kâtiplerine yazdırdığı altı adet davet mektubunu elçileri aracılığıyla dönemin ileri gelen devlet başkanlarına gönderdi (Muharrem 7/Mayıs 628). Elçilerin, gidecekleri bölgeyi ve insanlarını tanıyan, fizikî ve ahlakî güzelliklere sahip, hitabet ve temsil açısından yetenekli olmalarına özen gösterdi. Rasûlullah diplomatik geleneği dikkate alarak ilk defa “Muhammed Rasûlullah” (Allah’ın elçisi Muhammed) yazılı bir mühür yaptırmış ve mektuplar bununla mühürlenmişti.
Mektuplardan ikisi dönemin iki büyük devleti ve süper gücü sayılan Bizans ve Sâsânî imparatorlarına gönderildi. İslâm’ın doğuşu yıllarında Ortadoğu, dönemin bu iki süper gücünün birkaç asırdır devam eden mücadelesine sahne olmaktaydı. Sâsânîler 614 yılında Kudüs’ü zaptederek hıristiyanlar için son derece önemli olan Kutsal Haç’ı alıp başkent Medâin’e (Ktesiphon) götürmüş, 619’da Mısır’ı işgal ettikten sonra 626’da Anadolu’yu aşıp İstanbul önlerine kadar ilerlemişlerdi. Sâsânîlerle mücadeleye devam eden Bizans, İmparator Herakleios’un Sâsânîler’in ana ordusunu 627 yılı sonunda Ninevâ’da (Ninova) ağır bir yenilgiye uğratmasıyla nihaî zaferi elde eden taraf olmuştu.
Sâsânî Hükümdarı (Kisrâ) II. Hüsrev Pervîz’e Hz. Peygamber’in İslâm’a davet mektubu Abdullah b. Huzâfe tarafından götürüldü. Adının Muhammed isminden sonra yazılmış olmasına kızan Kisrâ, mektubu yırttı ve San‘a’daki valisi Bâzân’dan Hz. Muhammed hakkında bilgi istedi. Mektubunun yırtıldığını öğrenen Rasûlullah üzülmüş ve bu edep dışı davranışından dolayı kisrânın cezalandırılmasını Cenâb ı Hak’tan niyaz etmiştir. Aradan fazla bir zaman geçmeden Yemen valisi Bâzân iki adamını Medine’ye gönderdi. Hz. Peygamber Hüsrev Pervîz’in, oğlu tarafından öldürüldüğünü vahiy yoluyla öğrenip elçilere bildirdi ve Bâzân’a müslüman olduğu takdirde valilik görevinde bırakılacağını iletmelerini istedi. Bunun üzerine Bâzân ile birlikte Yemen halkı da müslüman oldu. Böylece Yemen’in ilk müslüman valisi Bâzân ile İslâmiyet bu bölgede yayılmaya başladı; birçok Arap kabilesi değişik zamanlarda çeşitli heyetler göndererek İslâmiyet’i benimsediklerini bildirdi.
Bizans imparatoru Herakleios'a elçi olarak Dihye b. Halife el-Kelbî görevlendirildi. Burada davet mektuplarına örnek olmak üzere yer verilecek olan mektup şöyleydi:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah'ın kulu ve elçisi Muhammed'den Bizans imparatoru Herakleios'a,
Hidayete uyanlara selâm olsun. İslâm'ı kabul et ki, kurtuluşa eresin ve Allah da ecrini iki kat versin. Eğer kabul etmezsen sorumluluğun altındaki insanların (Erîsîyyîn) günahını sen çekersin. “Ey Ehl-i Kitap! Sizin ve bizim aramızda müşterek olan söze gelin: Sadece Allah'a kulluk edelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da birimiz diğerini rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse `şahid olun biz müslümanız' deyiniz (Âl-i İmrân 3/64)".
İmparator Herakleios yıllar süren savaşlar sonunda Sâsânîler karşısında Ninova'da kazandığı kesin zafer için Allah’a bir şükran ifadesi olarak hac ziyaretinde bulunmak ve İranlılardan geri almayı başardığı kutsal haçı tekrar eski yerine dikmek üzere o sıralarda Kudüs'te bulunuyordu. İmparator, Busra valisi aracılığıyla kendisine gelen peygamber elçisi Dihye'yi kabul etti. Rivayete göre Hz. Muhammed (sav) hakkında daha detaylı bilgi almak üzere, o sıralarda ticaret için Suriye'ye gitmiş bulunan Ebû Süfyân ve arkadaşlarını huzuruna davet etti ve onlardan Hz. Muhammed (sav)'in soyu, ailesi, çevresi, toplumdaki konumu, kişiliği, getirdiği mesajın niteliği ve temel prensipleri hakkında bilgi aldıktan sonra anlatılanların bir peygamberin özelliklerine uygun olduğunu ifade etti. Elçiyi diplomatik kurallar dahilinde kabul etmekle yetindiği anlaşılan Herakleios, onu hediyelerle uğurladı.
Üçüncü mektup Amr b. Ümeyye ed-Damrî eliyle Habeş Necâşîsi Ashame’ye gönderildi. Daha önce Habeşistan’a hicret etmiş olan müslümanlara iyi davranmış ve Kureyş’in iade taleplerini reddederek himaye etmiş olan Ashame, Hz. Peygamber’in İslâm’a davet mektubuna olumlu cevap vererek müslümanlığı kabul etti. Hz. Peygamber’e çeşitli hediyeler gönderdi ve onun isteği üzerine Habeşistan’da kalmış olan son muhacirleri elçiyle birlikte gemiye bindirip Medine’ye uğurladı.
Dördüncü mektup Hâtıb b. Ebû Beltea tarafından Bizans’ın Mısır genel valisi Mukavkıs’a (Cüreyc b. Mînâ) götürüldü. Mukavkıs müslüman olmamakla birlikte elçiyi güzel bir şekilde ağırladı. Hz. Peygamber ve İslâm hakkında bilgi aldıktan sonra cevabî bir mektup ve değerli hediyelerle uğurladı. Bu hediyeler arasında cariyelerinden Mâriye ile Sîrîn adlı iki kız kardeş, bir hadım köle, 1.000 miskal altın, beyaz bir katır (Düldül), kıymetli elbise ve kumaşlar bulunmaktaydı. Hz. Peygamber Mâriye’yi eş olarak almış ve ondan İbrahim adlı oğlu dünyaya gelmiştir.
Beşinci mektup Şücâ‘ b. Vehb el-Esedî ile Gassânî krallarından Hâris b. Ebû Şemir’e gönderildi. Hâris kendisine böyle bir mektubun gönderilmesine sinirlenerek onu yere attı ve Medine’ye hücum tehdidinde bulundu.
Altıncı mektup Selît b. Amr tarafından Yemâme’de yaşayan Benî Hanîfe kabilesinin reisi olup şair ve hatipliğiyle de tanınan Hevze b. Ali’ye götürüldü. Hevze elçiye iyi davranıp ikramda bulunmakla birlikte müslümanlığı kabul etmediğini bildiren cevabî bir mektup gönderdi.
Hz. Peygamber, İslâmiyet’i tebliğ amacıyla yazdırdığı bu tür mektuplardan Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde yaşayan birçok kabile reisine, hatta bazan şahıslara da göndermiştir. Veciz bir ifadeyle yazılan mektuplarda, kişilere unvanlarıyla hitap edilmiş, kendilerini tehdit eden veya küçük düşüren ifadelere yer verilmemiş, muhataplar tek Allah’a ve Muhammed (sav)’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanmaya davet edilmiştir. Özellikle kabile reislerine gönderilen mektuplarda, kabilenin müslüman olması halinde kendi topraklarında bırakılacaklarına, mal ve can güvenliklerinin sağlanacağına, bazı kabilelere toprak, mera veya maden yerleri verileceğine işaret edilmiştir. Müslüman olmayı kabul edenlerin Allah’a ve resulüne itaat etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri gerektiği bilhassa zikredilmiştir. Hicretin 9. (m. 630) yılında nâzil olan cizye âyetinden (et-Tevbe 9/29) sonra yazılan mektuplarda ise müslümanların hâkimiyetini tanımakla birlikte İslâm’a girmeyi kabul etmeyen yahudi, hıristiyan ve mecûsîlerden cizye alınacağına da yer verilmiştir.

Hudeybiye Antlaşması


Hudeybiye Antlaşması

Hz. Peygamber ve muhacirler dinlerini korumak ve canlarını kurtarmak amacıyla beş yıl önce terkettikleri vatanlarını çok özlüyor, çeşitli âyetlerde de vurgulandığı gibi tevhide dayalı ilâhî dinin yeryüzündeki mâbedi olan Kâbe’yi ziyaret etme arzusuyla yanıp tutuşuyorlardı. Nihayet Resûl i Ekrem rüyasında Kâbe’yi tavaf ettiğini görünce Mekke-i Mükerreme’ye gitmeye ve umre ziyareti yapmaya karar verdi; ashabına da umre için hazırlanmalarını emretti. Abdullah b. Ümmü Mektûm’u namaz kıldırmak, Nümeyle b. Abdullah el-Leysî’yi de şehri idare etmek üzere vekil bırakıp Zilkade 6 (Mart 628) tarihinde 1400-1500 sahabî ile birlikte Medine’den Mekke’ye doğru yola çıktı. Müslümanlar umreye niyet edip ihramlarını giymiş ve yanlarına yetmiş adet kurbanlık deve almışlardı; barışçı amaç taşıdıkları için de yanlarında savaş teçhizatı olmaksızın yolcu kılıcı bulunduruyorlardı. Hz. Peygamber ve beraberindekiler Mekke’ye 17 km. uzaklıktaki Hudeybiye’de konakladı. Müslümanların geldiğinden haberdar olan Kureyşliler, niyetlerinin savaş değil Kâbe’yi ziyaret olduğunu bildikleri halde kendilerine engel olmak maksadıyla Hâlid b. Velîd’in kumandası altında 200 kişilik bir süvari birliğini bölgeye sevketti. Hz. Peygamber de geliş amacını anlatmak üzere Kureyşliler’e Hırâş b. Ümeyye’yi elçi olarak gönderdi. Ancak elçi çok kötü bir şekilde karşılandı; hatta öldürülmek istendi. Bunun üzerine Hz. Peygamber başta Ebû Süfyân olmak üzere Kureyşliler arasında birçok akrabası bulunan Hz. Osman’ı elçi olarak gönderdi. Mekke’de Ebân b. Saîd b. Âs’ın himayesine giren Osman, amaçlarının savaşmak değil, sadece umre ziyareti yapmak olduğunu belirtti. Kureyşliler Osman’a, müslümanların Mekke’ye girmelerine izin vermeyeceklerini, ancak isterse kendisinin Kâbe’yi tavaf edebileceğini söylediler. Osman “Hz. Peygamber tavaf etmeden ben asla tavaf etmem” diyerek bu teklifi reddedince onu tutukladılar. Bu gelişme, Rasûlullah’a, Osman’ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Habere son derece üzülen Rasûl-i Ekrem, müşriklerle kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarına dair ashabından biat aldı. Bu biata Fetih sûresinde belirtildiği üzere (el-Fetih 48/18) Allah’ın razı olduğu biat anlamında Bey‘atürrıdvan, “semure” denilen bir çeşit çöl ağacının altında yapıldığı için Bey‘atü’ş-şecere, biat eden sahâbîlere de Ashâbü’ş-şecere (Ağaç altında biat edenler) adı verilmiştir. Kureyşliler, müslümanların Hz. Muhammed (sav)’e bağlılıklarını ve onun emriyle ölümü göze alacaklarını ortaya koyan kararlılıklarını öğrenince telâşa kapıldılar. Önce Hz. Osman’ı serbest bıraktılar, sonra da Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyeti barış yapmak üzere Hz. Peygamber’e gönderdiler. Yapılan müzakerelerden sonra Hz. Ali’nin kaleme aldığı barış antlaşması metni Hz. Peygamber ve Süheyl b. Amr tarafından imzalandı. Antlaşmaya müslümanlardan Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Abdurrahman b. Avf, Sa‘d b. Ebû Vakkâs, Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve Muhammed b. Mesleme, müşriklerden de Süheyl b. Amr’a refakat eden Mikrez b. Hafs ile Huveytıb b. Abdüluzza şahitlik ettiler. Kureyş’in birçok isteğinin kabul edildiği söz konusu antlaşmaya göre müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeksizin geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelecek ve şehirde üç gün kalabileceklerdi. Mekkeli biri Medine’ye kaçarsa iade edilecek, Medine’den Mekke’ye kaçanlarsa iade edilmeyecekti. Barış on yıl sürecek, taraflardan biri bu ittifaka dahil olmayan herhangi bir kabile ile savaşa girerse diğeri pasif kalacak, her iki taraf da hâkimiyeti altındaki toprakları ticaret kervanlarının geçişi, hac ve umre için emniyet altında tutacaktı. Diğer Arap kabileleri taraflardan istedikleriyle ittifak yapabilecek, bu şartlara tarafların dışında kendileriyle müttefik olan kabileler de uyacaktı. İlk bakışta müslümanların aleyhine görünen bu antlaşmaya Hz. Ömer başta olmak üzere sahabîler tepki göstermekle birlikte Rasûlullah anlaşma şartlarını kabul ettiğini söyleyince herkes bağlılığını bildirdi. Hudeybiye’de on iki veya yirmi gün kalan Hz. Peygamber ve ashâbı, antlaşmanın imzalanmasından sonra umre niyetiyle geldikleri için kurbanlarını keserek ihramdan çıktılar ve Medine’ye döndüler.
Hz. Peygamber “ahde vefa” gereği antlaşma şartlarına uymaya özen göstermiştir. Meselâ, Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel müslümanlığı kabul ettiği için babası tarafından zincire vurulmuştu ve birkaç yıldır hapiste tutuluyordu. Hudeybiye’de müzakereler tamamlanıp yazılı metin imzaya hazır hale getirildiği sırada Mekke’den kaçarak zincirleri sürüye sürüye Hudeybiye’ye geldi ve müslümanlara sığındı. Süheyl b. Amr’ın iade isteğine karşılık Hz. Peygamber henüz antlaşmanın imzalanmadığını ileri sürdüyse de Suheyl, oğlu iade edilmediği takdirde antlaşmayı imzalamayacağını söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Ebû Cendel’i iade etmek zorunda kaldı. Oğluna işkence etmeyeceğine söz verdiği halde Süheyl’in müslümanların gözü önünde Ebû Cendel’i sürükleyerek götürmeye başlaması Hz. Peygamber’e ve müslümanlara çok ağır geldi. Bu üzücü olay hafızalarda “Yevmü Ebî Cendel” (Ebû Cendel günü) adıyla acı bir hatıra olarak kaldı. Öte yandan Hz. Peygamber aynı günlerde kendisine sığınan iki kadını antlaşmada sadece erkek mültecilerden söz edildiğini belirterek geri vermemiş ve Kureyş de bunu kabul etmek zorunda kalmıştır. Hz. Peygamber Medine’ye döndükten sonra müslüman olduğu için Mekke’de müşrikler tarafından tutuklu bulunan Ebû Basîr kaçarak Medine’ye geldi ve müslümanlara sığındı. Kureyşliler iki muhafız göndererek antlaşma gereğince Ebû Basîr’in iadesi talebinde bulundular. Ebû Basîr düşmana teslim edilmemesi için direndiyse de Hz. Peygamber iade etmek zorunda olduğunu belirtti ve Allah’ın kendisine ve onun durumundaki çaresiz müslümanlara bir çıkış yolu göstereceğini söyleyerek sabır tavsiye etti. Ebû Basîr yolda muhafızlardan kurtulmayı başararak Medine’ye döndü; ancak tekrar Kureyş’e teslim edileceğinden korktuğu için buradan ayrılarak Mekke-Suriye ticaret yolu üzerindeki Îs veya Sîfülbahr mevkiine yerleşti. Başta Ebu Cendel olmak üzere kendisi gibi Mekke’den kaçıp antlaşma uyarınca Medine’ye giremeyen yeni müslümanlar da ona katıldılar. Zamanla sayıları yetmişe veya üçyüze ulaşan bu müslümanlar Kureyş’e ait ticaret kervanlarını tehdit etmeye başladılar. Bunun üzerine Kureyş, İslâmiyeti kabul ederek Medine’ye sığınan Mekkelilerin iade edilmesi şartının kaldırılmasını istedi. Hz. Peygamber Ebû Basîr ve arkadaşlarına mektup göndererek Medine’ye gelmelerini emretti. Ancak mektup ulaştığında Ebû Basîr ölüm döşeğindeydi; az sonra da vefat etti. Ebû Cendel ve arkadaşları Ebû Basîr’ı bulundukları yerde defnettiler ve kabrinin yanına bir mescid yaptılar. Daha sonra da Medine’ye gittiler.
Hudeybiye Antlaşması İslâm tarihinde bir dönüm noktası teşkil eder. Hz. Peygamber’in hedefi Hendek Gazvesi’nde Medine’yi muhasara eden düşman ittifakını parçalamaktı. Nitekim bu antlaşma ile Kureyş’in Hayber yahudileri ve Gatafân kabilesine karşı tarafsızlığı sağlanmış, Hudeybiye dönüşünde Hayber üzerine yürüme imkânı elde edilmiştir. Diğer taraftan Kureyş’in müslümanlara karşı fiilî düşmanlığı sona ermiş, o güne kadar müslümanları tanımayan, onları muhatap saymayan Kureyşli müşrikler, bu antlaşma ile müslümanları kendileriyle denk bir taraf olarak kabul etmiş oldular. Bu sonuç hem müşrik kabilelerin hem de müslüman olan kabilelerin Hz. Peygamber’le temas kurmalarını kolaylaştırmış, İslâm davetinin kendilerine kolayca ulaşmasını sağlamıştır. Nitekim İslâmiyet bu tarihten sonra Arap yarımadasında hızla yayıldı; öyle ki Hudeybiye antlaşmasından Mekke’nin fethine kadar geçen iki yıl içinde müslüman olanların sayısı, önceki on sekiz yıl içinde ulaşılan sayıyı aştı. Ayrıca çevre ülkelerin devlet başkanlarına İslâmiyet’e davet mektupları göndermek mümkün hale geldi. Önceleri benimsenmeyen Hudeybiye Antlaşması aslında Hz. Peygamber’in Kur’ân ile de teyid edilen en büyük siyasî zaferi idi. Bu münasebetle nâzil olan Kur’ân ı Kerîm’in 48. sûresi “el-Feth” adını almış ve sözü edilen antlaşma “feth-i mübîn” (apaçık bir fetih) ve “nasr-ı azîz” (şanlı bir zafer) diye nitelendirilmiştir (el-Feth 48/1, 3). Rasûl-i Ekrem bir yıl sonra Mekke’ye gelip ashabıyla birlikte umresini kazâ etmiş, bu umreye Umretü’l-kazâ adı verilmiştir.

Beni Kurayza Gazvesi


Benî Kurayza Gazvesi

Benî Kurayza, Medîne’nin güneydoğu tarafına doğru uzanan ovalık bölgede utum adı verilen kalelerde yaşamaktaydı. Geçimini tarım ve ticaretle sağlayan kabilenin, Benî Nadir’le de akrabalık bağı bulunmaktaydı. Benî Kurayza, Benî Nadir ile birlikte Evs kabilesinin müttefiki olup Medîne sözleşmesine de Evs kabîlesinin müttefiki olarak katılmışlardı.
Anlaşmalarına sadık kalmadıkları ve Hz. Peygamber’e ihanet ettikleri gerekçesiyle Benî Kaynukâ ve Benî Nadîr’in sürgün edilmesinden sonra Medîne’de Benî Kurayza yahudileri kalmıştı. Medine sözleşmesine göre Benî Kurayza’nın şehrin savunmasına katılması gerektiği halde Hendek Gazvesi sırasında bu şartı ihlâl etmiş ve sürgünden sonra Hayber’e yerleşen Benî Nadîr’in reisi Huyey b. Ahtab’ın etkisiyle onlarla ittifak kurmuştu. Halbuki Hz. Peygamber kendisiyle anlaşmalı oldukları için Hendek Gazvesi sırasında Benî Kurayza’nın ikamet ettiği tarafa hendek kazdırmamış, ayrıca hendek kazımında kullanılmak üzere kazma, kürek gibi malzemelerin bir kısmı Benî Kurayza’dan temin edilmişti.
Benî Kurayza’nın ihanetine uğrayan Hz. Peygamber onların Medîne’ye ani bir baskın düzenleme ihtimaline karşı gözdağı vermek amacıyla Seleme b. Eslem el-Eşhelî komutasında 200 ve Zeyd b. Hârise komutasında 300 kişiden oluşan birlikler gönderdi. Hendek Gazvesi’nin en kritik anında Benî Kurayza’nın ihanet etmesi müslümanları zor durumda bırakmıştı. Bu sırada Gatafan kabilesi ileri gelenlerinden Nu’aym b. Mes‘ûd’un müslüman olup Hz. Peygamber’in isteği doğrultusunda Benî Kurayza ve müttefiklerini birbirine düşürmesi ve Hendek Gazvesi’nin sona ermesiyle tehlike atlatılmış oldu.
Kaynaklarda yer alan rivâyetlere göre Hz. Peygamber Hendek Gazvesi’nden sonra evine döndüğünde öğle vakti gelen vahiy üzerine Bilâl-i Habeşî’yi çağırarak ashâbına ikindi namazını Benî Kurayza topraklarında kılmalarını duyurmasını emretti. Ardından zırhını giyip silahlarını kuşanarak atına bindi. Sancağı Hz. Ali’ye vererek öncü birliklerle gönderdi. Kendisi de Medîne’de Abdullah b. Ümmü Mektûm’u vekil bırakıp etrafında süvari ve piyade birlikleri olduğu halde sefere çıktı (23 Zilkâde 5/15 Nisan 627).
Muhtelif zamanlarda hareket eden birliklerden bir kısmı yolda ilerlerken ikindi namazı vaktinin girmesi üzerine namazın Benî Kurayza topraklarına varmadan kılınıp kılınmayacağı ve bunun Hz. Peygamber’in emrine muhalefet olup olmayacağı hususunda ihtilafa düştüler. İkindi namazını bir kısmı yolda vaktinde kılarken bir kısmı da yatsı namazına doğru Benî Kurayza topraklarına ulaşıp orada kıldı. Durum Hz. Peygamber’e arzedilince onun herhangi bir tarafı tenkit etmediği görüldü ve böylece her iki türlü davranışın da uygun olduğu anlaşıldı.
Hz. Peygamber’den önce Benî Kurayza kaleleri önüne varmış olan Hz. Ali burada yahudilerin Hz. Peygamber ve hanımları hakkında çok kötü sözler söylediklerini duydu. Bunları duyup üzüleceğini düşündüğü için Hz. Peygamber’den onların bulunduğu yere yaklaşmamasını istedi. Rasûlullah Hz. Musa’nın daha ağır durumlarla karşılaştığını hatırlattı ve kendisini görmeleri halinde Benî Kurayza’nın hiçbir şey söyleyemeyeceğini ifade ederek onların kalelerine kadar ilerledi. Hz. Peygamber buradan yahudi ileri gelenlerine teker teker seslenerek onları müslüman olmaya davet etti. Olumsuz cevap vermeleri üzerine Allah ve resûlünün emrine boyun eğip kalelerinden inmelerini ve teslim olmalarını istedi. Bu teklifi de kabul edilmeyince çatışma başlamış oldu. Benî Kurayza on beş veya yirmi beş gün boyunca kuşatıldı ve bu arada karşılıklı olarak şiddetli ok ve taş atışları yaşandı. Müslümanlar 3000 savaşçı ve 36 süvariden oluşurken Benî Kurayza savaşçıları, reisleri Ka‘b b. Esed ve müttefiki Huyey b. Ahtab komutasında 600-700 civarında idiler. Benî Kurayza’dan savaşanların sayısı hususunda 400, 800 ve 900 rakamları da zikredilmektedir. Bu arada münafıklar Benî Kurayza’ya giderek onları müslümanlara teslim olmamaya çağırıyor, direnmeye devam etmeleri halinde kendilerine yardımda bulunacaklarına söz veriyorlardı. Kuşatma dolayısıyla çaresiz kalan ve münafıkların vaadettiği yardımın gelmediğini gören yahudiler Hz. Peygamberle müzakerelerde bulunmaya karar verdiler. Benî Nadîr’in şartlarıyla, yani mal ve silahlarını bırakıp birer deve yükü eşya ile Medine’den ayrılmayı önerdiler. İki yıl önce müsamaha gösterip Medine’den ayrılmak üzere serbest bıraktığı Benî Nadîr’in Hendek Gazvesi sırasında kendisine karşı düşman saflarında yer aldığını görmüş olan Hz. Peygamber bu teklifi kabul etmedi ve sadece kayıtsız şartsız teslim olabileceklerini söyledi. Benî Kurayza Hz. Peygamber’den kendilerinin müttefiki olan Evs kabilesine mensup Ebû Lübâbe b. Abdülmünzir’i bazı konuları görüşmek üzere yanlarına göndermesini istediler. Ebû Lübâbe’den kendilerini bu durumdan kurtarmasını isteyen yahudiler görüşme sırasında ona Hz. Peygamber’in kendilerine ne yapacağını sordular. Ebû Lübâbe eliyle boğazını işaret ederek öldürüleceklerini ima etti. Ancak kısa bir süre sonra bu şekilde davranmakla Allah’a ve resûlüne ihanet ettiğini düşündü ve çok pişman oldu. Mescid-i Nebevî’ye giderek kendisini direğe bağladı ve Allah tarafından affedilip ipleri bizzat Hz. Peygamber tarafından çözülünceye kadar zaruri ihtiyaçlarını karşılama amacı dışında günlerce direğe bağlı kaldı. Tevbesi kabul edilen (el-Enfâl 8/27 veya et-Tevbe 9/102) Ebû Lübâbe bundan dolayı duyduğu sevinçle mallarının tamamını sadaka olarak dağıtmak istemiş, ancak Hz. Peygamberin tavsiyesi üzerine üçte birini infak etmiştir.
Muhasara dolayısıyla çaresiz kalan Benî Kurayza Hz. Peygamber’in vereceği hükme razı olarak kalelerinden indiler ve teslim oldular. Bu arada daha önce Hazrec kabilesinden Abdullah b. Übey b. Selûl’ün, müttefik Benî Kaynukâ yahudileri için aracı olup onları ölüm cezasından kurtardığını dikkate alarak Evs’liler de Hz. Peygamber’e gelip ondan müttefikleri Benî Kurayza’ya iyi davranılmasını istediler. Bunun üzerine Benî Kurayza hakkında hüküm vermek üzere onların teklifiyle Evs kabilesinden Sa‘d b. Mu‘âz’ın hakem olarak tayin edilmesi kararlaştırıldı. Hendek Gazvesi sırasında yaralandığı için Medine’de bir çadırda tedavi görmekte olan Sa‘d b. Mu‘âz Hz. Peygamber’in bulunduğu yere getirilirken Evsliler ona sürekli müttefik Benî Kurayza lehine hüküm vermesini telkin etmekte idiler. Sa‘d kendisinin vereceği hükme razı olacaklarına dair hem Evsliler ve Benî Kurayza’dan hem de Hz. Peygamber’den söz aldıktan sonra kararını açıkladı. Savaşabilecek yaşta bulunan erkekler öldürülecek, kadın ve çocuklar esir alınacak, mallar müslümanlar arasında taksim edilecekti. Hz. Peygamber Sa‘d’ın Allah’ın hükmüyle hükmettiğini belirtti ve isabet ettiğini söyleyerek tasdik etti. Nitekim Sa‘d’ın bu kararının Tevrat’a (Tesniye, XX/10-15) uygun olduğu, Kur’ân’da da (el-Mâide 5/33-34) Allah ve resûlüne savaş açan ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlara verilecek cezalar arasında böyle bir hükmün bulunduğu görülmektedir.
Benî Kurayza esirleri belirli yerlerde bekletilirken ele geçirilen ganimetler de bir araya toplandı. Benî Kurayza’dan ganimet olarak 1500 kılıç, 300 zırh, 2000 mızrak ve 1500 kalkan ele geçirildiği nakledilmektedir Daha sonra hendekler kazılarak ölüme mahkum edilenlerin cezaları infaz edildi. Kadınlardan sadece, Benî Kurayza’lı kocasının isteği üzerine bir değirmen taşı yuvarlayarak sahabîlerden Hallâd b. Süveyd’in ölümüne sebebiyet veren Benî Nadîr’e mensup Nübâte isimli kadın öldürülmüştür. Hz. Peygamber’in emri üzerine Benî Kurayza’dan ölüm cezası verilenlerin Tevrat okumalarına müsaade edilmiş, kendilerine yiyecek ve içecek verilip ölüm cezasının serin ortamda uygulanmasına dikkat edilmiştir.
Sayıları 1000 civarında olduğu kaydedilen esir kadın ve çocuklardan bir kısmı serbest bırakıldı. Bir kısmı sahabîlere verildi; bir kısmı da satılarak geliri cihad için at ve silah alımında kullanıldı. Bu arada Hz. Peygamber henüz bulüğ çağına ermemiş çocukların annelerinden ayrılmamasını, öksüzlerin de müşriklere veya yahudilere değil, sadece müslümanlara satılmasını istedi. Ganimetten humus ayrıldıktan sonra kalan beşte dörtlük kısmı savaşanlara dağıtıldı. Benî Kurayza’ya ait topraklar ve hurmalıklar bölüştürüldü. Ganimet mallarından piyadelere bir hisse, süvarilere de ikişer hisse verildi. Hz. Peygamber gazveye katılmış olan kadınlara da bazı hediyeler verdi. Değirmen taşıyla şehid edilen Hallâd b. Süveyd ile muhasara sırasında eceliyle ölen Ebû Sinân b. Mıhsan’a birer hisse ayrıldı.
Benî Kurayza Gazvesi’nde kuşatma sırasında birkaç kişi müslüman olmuştur. Hz. Peygamber esirler arasında bulunan Reyhâne bint Zeyd b. Amr’la onun müslümanlığı kabul etmesinden sonra evlenmiştir. Ahzâb sûresinin 26-27. âyetlerinin Benî Kurayza Gazvesi’ne işaret ettiği kabul edilmektedir.

Hendek Gazvesi


Hendek Gazvesi

Kureyşliler’in Medine’ye karşı son saldırı hareketi olan Hendek Gazvesi, düşmanın hücumundan korunmak için Medine’nin etrafına hendek kazılması sebebiyle bu adla anılmıştır. Bu gazveye, düşman güçleri Kureyş’ten başka Gatafan, Fezâre, Süleym, Kinâne ve Sakîf gibi çeşitli Arap kabileleri ile Medine’den çıkarılan Benî Nadîr ve o sırada Medine’de kalan Benî Kurayza yahudilerinin ittifakıyla oluştuğu için “Ahzâb” (“gruplar, zümreler”) Gazvesi de denilmiştir. Hem siyasî hem de strateji ve taktik bakımından diğer savaşlardan farklılık arzeden bu gazve tek veya belli bir düşmana karşı değil o gün itibariyle Arap yarımadasında bulunan bütün düşman guruplarına karşı yapılan bir savunma savaşı olmuştur. Bu savaş müslümanlara düşmanlık eden ve onlara karşı tek başına başarılı olamayacaklarını anlayan Yahudiler ile Kureyş ve diğer Arap kabilelerini bir araya getirmiş olması bakımından da önemlidir.
Daha önce Medine’den çıkarıldıktan sonra Hayber’e yerleşen Benî Nadîr’in Huyey b. Ahtab ve Sellâm b. Ebü’l-Hukayk gibi ileri gelenleri Mekke’ye giderek Kureyş liderleriyle görüştüler ve onları müslümanlar aleyhine kışkırttılar. Buna hazır olan Mekkeliler kendi müttefikleri olan çevredeki kabilelerin de katılımıyla büyük bir ordu oluşturdular. Durumdan haberdar olan Resûlullah ashabıyla yaptığı istişare sonucunda Selmân i Fârisî’nin tavsiyesine uyarak Medine’nin, süvari birliklerinin hücumuna açık bulunan kuzey kısmında hendek kazılmasına karar verdi. Hz. Peygamber’in de bizzat çalıştığı ve müslümanların özverili gayretleriyle birkaç hafta içinde tamamlanan hendek, Muhammed Hamidullah’ın tespitlerine göre yaklaşık 5,5 km. uzunluğunda olup genişliği 9 m., derinliği ise 4,5 m. kadardı.
Hendek kazımı sona erdiği sırada genel kumandanlığını Ebû Süfyân b. Harb’ın yaptığı, sayıları 10.000’e (veya 12.000) ulaşan düşman kuvvetleri Medine’ye ulaştı ve karargâhını şehrin kuzeyinde Uhud savaşının yapıldığı alanda kurdu. Müşriklerin sancağını Benî Abdüddâr’dan Osman b. Talha taşıyordu. Müslüman askerlerin sayısı ise 3.000 kadardı ve muhacirlerin sancaktarı Zeyd b. Hârise, ensârınki ise Sa‘d b. Ubâde idi. Düşman askerinin sayıca üstünlüğünü göz önüne alan Hz. Peygamber, kan dökülmesini de istemediği için bir meydan savaşı yapılmasını doğru bulmadı. Kadın ve çocukların kale ve hisarlara yerleştirilmesini emretti, ordunun arkası dağa, ön tarafı da hendeğe bakacak şekilde Sel’ dağının eteklerine karargâhını kurdu. Hendeğin derin olmayan zayıf noktaları ile bazı geçiş yerlerine nöbetçiler yerleştirdi. Onun Kureyş’e karşı uyguladığı strateji, müslümanların gücünü göstermek, ticaret yolu dolayısıyla onların kendisine muhtaç olduklarını hissettirmek, İslâm dininin ve Medine’deki yeni oluşumun varlığını kendilerine benimsetmekti.
Medine çevresine gelen Kureyşliler bir savunma aracı olarak Arabistan’da bilinmeyen hendekle karşılaşınca şaşırıp kaldılar. Kuşatma sırasında hendeğin her iki yanında bulunan taraflar birbirlerine ok ve taş yağdırmaktaydı. İslâm ordusu, bir yandan düşmanların başka noktalardan şehre sızmasına engel olmaya, bir yandan da onları hendek boyunca etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Müşrikler aralarında nöbetleşe hücuma geçiyorlar, bu birliklere Ebû Süfyân, Hübeyre b. Ebû Vehb, İkrime b. Ebû Cehil, Hz. Ömer’in kardeşi Dırâr b. Hattâb, Hâlid b. Velîd ve Amr b. Âs gibi ünlü savaşçılar kumanda ediyordu. Bir gün Hz. Peygamber’in çadırı müşrikler tarafından yoğun biçimde ok yağmuruna tutulmuş, ancak ashâbın ok ve taşlarla karşılık vermesi üzerine saldırı başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Bir ara Kureyş süvarilerinden birkaçı hendeğin dar bir yerinden İslâm ordusunun bulunduğu tarafa geçtiler. Bunlardan biri Araplar arasında cesaret ve kahramanlığıyla bilinen Amr b. Abdüved idi. Amr b. Abdüved mübâreze (teke tek mücadele) için bir savaşçı istedi. Karşısına henüz genç yaşta bulunan Hz. Ali çıktı. Resûl-i Ekrem Ali’ye kılıcını verdi ve sarığını sardı. Amr, başlangıçta küçümsediği Hz. Ali tarafından bir kılıç darbesiyle yere serildi. Onunla birlikte hendeği geçenlerden Nevfel b. Abdullah hendeğe düşerek öldü; diğerleri de geri çekilmek zorunda kaldılar.
Yirmi gün kadar süren kuşatma sırasında bazı küçük çatışmalar olduysa da müttefik güçler bir sonuç alamadı. Müşrikler kısa sürecek bir savaş için hazırlık yapmış olduğundan hem savaşçıların hem de binek hayvanlarının yiyecek kaynakları tükenmişti. Bu arada Hayber yahudilerinin gönderdiği yirmi deve yükü yiyecek maddesi ve hayvan yemi müslümanların eline geçti. Ayrıca hava iyice soğuduğundan Mekkeliler zor durumda kalmış, şiddetli bir fırtınada çadırları alt üst olunca paniğe kapılmışlardı. O sıralarda şevval ayının sonuna gelinmişti; haram aylardan zilkade girmek üzereydi ve hac mevsimi başlayacaktı. Bütün bu şartlar altında Ebû Süfyân sonuç alınamayacağını anlayıp Mekke’ye dönmek üzere kuşatmayı kaldırdı (Zilkade 5/Nisan 627).
İslâm tarihinde bir dönüm noktası olan Hendek Gazvesi’nde altı müslüman şehid oldu; buna karşılık sekiz düşman askeri öldürüldü. Müslümanlar Hendek Gazvesi’nde büyük sıkıntılara mâruz kalmış, kalabalık düşman ordusu karşısında endişeye kapılmışlardı. Hiç bir olayda namazını geçirmeyen Hz. Peygamber’in kuşatma sırasında bir gün öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını geceleyin topluca kılmak zorunda kalması onun ve ashabının ne kadar zor şartlar altında mücadele verdiklerini açıkça göstermektedir. Bu savaşa adını veren Ahzâb sûresinde müslümanların müttefik ordular karşısında kapıldıkları korkudan bahsedilerek bunun bir iman sınavı olduğu belirtilmiş, Allah’ın müslümanları görünmeyen ordularla desteklediği ifade edilmiştir (el-Ahzâb 33/9-12, 25).
Hendek Gazvesi ile müşriklerin Hz. Peygamber’i ve müslümanları ortadan kaldırmaya yönelik son teşebbüsleri de başarısızlıkla sonuçlanmış oldu. Düşmanın başarısızlığında Hz. Peygamber’in yahudiler ile onların müttefiği olan Arap kabilelerinin arasını açmak üzere uyguladığı siyaset ve diplomasinin yanında derin bir istihbarat çalışması yapmasının da önemli rolü olmuştur. Hz. Peygamber’in savaş sırasında düşman ittifakını bozmak için başvurduğu tedbirlerden biri Nu‘aym b. Mes‘ûd’la ilgilidir. Benî Eşca‘ kabilesinin reisi olan Nu‘aym yeni müslüman olmuş, ancak bunu henüz kimse duymamıştı. Nu‘aym, Hz. Peygamber’in isteği üzerine ayrı ayrı Benî Kurayza ve Kureyş’e giderek onları birbirleri aleyhine kışkırttı. Böylece düşman saflarında ortaya çıkan ihtilaf Benî Kurayza yahudilerinin saf dışı kalmaları sonucunu doğurdu.
Bu savaştan sonra Hz. Peygamber savaş stratejisini gözden geçirdi. Müslümanlara saldırı hazırlığı içinde olan düşman kuvvetlerine onlardan erken davranıp hücum etmenin önemli olduğu görüldü. Bu doğrultuda Benî Kurayza üzerine sefer düzenlendi.