24 Eylül 2007 Pazartesi

Açık Davetin Başlaması


Açık Davetin Başlaması

Mekke’de nübüvvetin 4. yılından itibaren İslâm daveti açıktan yapılmaya başlandı. Hz. Peygamber’in ilk ve en önemli muhatabı Kureyşliler oldu. Putlarını Kâbe’nin içine ve çevresine yerleştiren Kureyşliler Hz. İbrâhim ve İsmâil’den beri devam eden hac ve umre ibadetlerini de idare ediyor ve bundan dolayı diğer kabileler arasında bir imtiyaz ve itibara sahip bulunuyorlardı. Onlar Kâbe’yi ziyarete gelenlerden âzami derecede faydalanmak amacıyla çeşitli kabilelerin putlarını da Kâbe ve çevresine dikmişlerdi. Aile fertlerini ve güvendiği yakın dostlarını İslâmiyet’e davet etmeye devam eden Hz. Peygamber’i zor günler bekliyordu. Çünkü vahyedilen gerçekleri müşriklerden çekinmeden açıkça tebliğ etmesi kendisinden istenmiş (el-Hicr 15/94) ve en yakınlarından başlamak üzere erişebildiği herkesi uyarması emredilmişti (eş-Şuarâ 26/214). Rasûl-i Ekrem, bu günlerden itibaren Mekke’nin fethine kadar, yaklaşık yirmi yıl kadar sürecek olan bu çetin mücadeleye yakın akrabalarını bir ziyafete davet etmekle başladı. Kureyş’in Hâşim ve Muttaliboğulları kollarına mensup yaklaşık kırk beş kişi bu davete katıldı. Ancak yemekten sonra amcası Ebû Leheb, onun konuşmasına fırsat vermeden söze başlayıp “Kabilesine senin getirdiğin gibi kötü şey getiren birini görmedim” deyince davetliler dağıldı. Bu olumsuz sonuca çok üzülen Rasûlullah birkaç gün sonra bir toplantı daha tertip etti. Burada yaptığı konuşmada Allah’ın bir olduğunu, O’nun eşi ve benzerinin bulunmadığını, O’na inanıp güvendiğini belirterek davetlilerine asla yalan söylemeyeceğini açıkladıktan sonra konuşmasına şöyle devam etti: “Ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş olan Allah elçisiyim. Allah’a yemin ederim ki uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz; yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz, iyilikleriniz karşılığında iyilik, kötülükleriniz karşılığında da ceza göreceksiniz. Cennet de cehennem de ebedîdir. İlk uyardığım da sizlersiniz”. Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib onun sözlerini güzel bulduğunu ve kendisini destekleyeceğini, ancak atalarının dininden ayrılamayacağını bildirdi. Diğer amcası Ebû Leheb ise akrabalarının ona engel olmasını, davetini kabul ettikleri takdirde zillete düşeceklerini, kendisini himaye ederlerse öldürüleceklerini söyledi. Bunun üzerine Ebû Tâlib, sağ olduğu sürece yeğenini himaye edeceğini ilân etti. Ebû Leheb karısıyla birlikte Rasûl-i Ekrem’e daima muhalefet etmiş, düşmanlık göstermiş, bilhassa Mekke’ye dışarıdan gelenlerle konuşması esnasında onu takip etmiş, söylediklerini yalanlamış, onun bir sihirbaz olduğunu ve kabilesini birbirine düşürdüğünü söylemiştir. Bu sebeple Kur’an’da adının geçtiği bir sûre nâzil olmuş ve karısıyla birlikte cehennemlik olduğu ifade edilmiştir (Tebbet 111/1-5). Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber ve müslümanlara düşmanlık yapanların sözlerine, fiillerine ve hatta niyetlerine dair açık ifadeler bulunmasına rağmen Ebû Leheb dışında hiçbirinin adı zikredilmemiştir.
Rasûl-i Ekrem bir gün Safâ tepesine çıkarak bütün Mekkeliler’e İslâmiyet’i tebliğ etmeye karar verdi ve orada toplananlara şöyle seslendi: “ Ey Kureyşliler! Size şu dağın arkasında bir düşman birliği var desem inanır mısınız?”, “Evet, senin yalan söylediğine şahit olmadık” cevabını alınca konuşmasına şöyle devam etti: “Öyleyse ben büyük bir azaba duçar olacağınızı size haber veriyorum... Allah bana en yakın akrabamı uyarmamı emretti. ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ demedikçe size ne bu dünyada ne de âhirette bir faydam dokunur ...”.

Kureyş ileri gelenleri Rasûlullah’ın İslâm’a davetine önceleri pek karşı çıkmamışlardı. Ancak Hz. Peygamber puta tapıcılığı eleştiren âyetleri okumaya, puta tapanların cehennemlik olduğunu ilân etmeye başlayınca mesajını büyük bir tehlike olarak görmeye, düşmanca tavır almaya, davetini engellemek için ellerinden geleni yapmaya başladılar. Ayrıca onlar, bir tek yaratıcının varlığına dayanan tevhid ilkesinin hâkim olması, dolayısıyla putperestliğin yıkılması halinde Arap kabileleri nezdindeki üstünlüklerinin, ticarî imkân ve menfaatlerinin kaybolacağından da endişe ediyorlardı. Diğer taraftan kabile asabiyetinin tabii bir sonucu olarak atalar kültüne sahip bulunan Kureyşliler, atalarından intikal eden geleneklere büyük değer atfediyordu. Onlar için putperestlik mutlaka korunması gereken bir külttü, onlar bu hususu sık sık dile getirerek atalarının inanç ve ibadetlerinden ayrılmayacaklarını söylüyordu. Kureyşliler’in ahlâkî durumları da son peygamberin davetini kolayca kabul edebilecek bir seviyede değildi. Câhilî zihniyetin hâkim olduğu Mekke toplumunda içki, kumar, zina, yalan söylemek gibi kötü alışkanlıkların yanında maddî güç ve kabile asabiyetine dayanan üstünlük anlayışının beslediği haksız kazanç, insanları sömürme ve ezme zihniyeti hâkim durumdaydı. Kur’ân-ı Kerîm bu çirkin davranışları eleştiriyor, insanlar arasında üstünlüğün ancak yaratana saygı, yaratılmışlara şefkatle oluşabileceğini bildiriyor (el-Hucurât 49/13), aksi davranış sergileyenlerin âhirette cezaya çarptırılacağını haber veriyordu.
Hz. Peygamber’in gittikçe taraftar topladığını, inanç ve davranışlarını eleştirdiğini gören Kureyşliler onu küçümsemeye ve ona hakaret etmeye başladılar; bir süre sonra da şiddete başvurmaktan çekinmediler. Kaynaklar müşriklerin Hz. Peygamber’e ve müslümanlara uyguladıkları acımasız eza, cefa ve işkencelerden bazan ayrıntılı olarak bahsetmektedir. Özellikle Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Ebû Leheb, Ümeyye b. Halef, Velîd b. Mugîre, Ukbe b. Ebû Mu‘ayt ve Hakem b. Ebü’l-As gibi azılı müşriklerin yaptığı işkenceler insanlık adına utanç vericiydi. Onların yaptıklarından en çok etkilenenler Mekke’ye dışarıdan gelmiş aileler ile köle ve cariyelerdi. Bunlar aç bırakılıyor, kızgın kumlara yatırılıyor, üzerlerine kaya parçaları konularak işkenceye tabi tutuluyordu. Bu işkencelerin en ağırını Yâsir ailesi yaşadı. Kaybolan kardeşini aramak için Mekke’ye gelen Yâsir burada Benî Mahzûm kabilesinden Ebû Huzeyfe’nin himayesine girmiş ve onun Sümeyye adlı cariyesiyle evlenmişti. Bu evlilikten meşhur sahabî Ammâr b. Yâsir dünyaya geldi. Yâsir, Sümeyye ve Ammâr, ilk müslümanlardan olup müşriklerin işkencelerine sabırla karşılık verdiler. Sonunda Sümeyye, Ebû Cehil’in acımasız işkenceleri altında can vererek İslâm tarihinde ilk şehid unvanını kazandı. Yâsir de aynı gün işkence ile şehid edildi. Sağ kalan Ammâr, müşriklerin ağır işkencelerine tahammülü kalmadığı bir sırada Lât ve Uzza lehinde, Hz. Peygamber’in de aleyhinde konuşmak zorunda kaldı. Müşriklerin elinden kurtulur kurtulmaz Hz. Peygamber’in yanına giderek durumu anlattı. Ammâr’ın büyük bir sıkıntı yaşadığını gören Resûlullah ona bu sözleri söylerken neler hissettiğini sordu. Ammar da iman dolu kalbinde her hangi bir değişiklik olmadığını söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber imanını koruduğu sürece zor durumda kaldığı için böyle davranmasında bir sakınca bulunmadığını belirterek, aynı durumda kalırsa yine aynı şekilde davranmasını tavsiye etti (Ayrıca bk. Nahl sûresi 16/106). Bilâl-i Habeşî, Suheyb-i Rûmî, Habbâb b. Eret ve Ebû Fükeyhe gibi köleler ile Zinnîre, Ümmü Übeys, Nehdiye ve Lübeyne gibi cariyeler de inançları uğruna büyük sıkıntılarla karşı karşıya kaldılar. Köleler içerisinde İslâm’ı kabul eden ilk kişi olan Bilâl-i Habeşî, özellikle efendisi Ümeyye b. Halef tarafından ağır işkencelere tabi tutuldu. Boynuna ip takılıp çocukların eline verilmek suretiyle Mekke sokaklarında dolaştırıldı. Ümeyye b. Halef onu öğle vakti sıcak kumların üzerine yatırıp göğsüne kızgın ve büyük taşlar koyar, tek Allah’a imandan vazgeçmesini, Lât ve Uzzâ putlarına iman etmesini isterdi. Bütün bunlara karşı Bilâl ise zor nefes alır bir vaziyette “ahad!” “ahad!” (Allah birdir) diyerek imanındaki kararlılığı vurgulardı. Diğer taraftan varlıklı müslümanlar da çeşitli eza ve cefalara maruz bırakıldılar. Meselâ, Hz. Osman’a amcası Hakem b. Ebü’l-As tarafından baskı yapıldı ve malî harcamalarına kısıtlama konularak dinden döndürülmek istendi. Sa‘d b. Ebû Vakkas annesinin direnişi ile yüz yüze geldi. Hatta bu sebeple, Allah’ı inkâra zorlayan anne-babalara itaat etmek gerekmediğine dair âyet nâzil oldu (Lokman sûresi 31/15). Ebû Ubeyde b. Cerrah müslüman olduktan sonra babasının büyük düşmanlıkları ile karşılaştı. Abdullah b. Mes‘ûd Kâbe avlusunda Allah’ın âyetlerini açıkça okuduğu için bayılıncaya kadar dövüldü; her tarafı kanlar içinde kaldı. Mus‘ab b. Umeyr zengin bir ailenin refah içinde yetişmiş bir oğlu iken müslüman olduğu için ailesinin şiddetli tepkisi ile karşılaşmış, hiçbir maddî ihtiyacı karşılanmadığı gibi elbiseleri bile elinden alınmıştı. Gifâr kabilesinden Ebû Zer, müslüman olduğunu açıkladığında müşrikler tarafından üç kere bayıltılıncaya kadar dövüldü. Mekke’de itibar sahibi olan Hz. Ebû Bekir, açıkta namaz kılması ve duyulacak şekilde Kur’ân okuması yasaklandığı için, evinin bahçesine kalın duvarlarla örülü bir mescid yaptırarak ibadetlerini orada yapmaya başlamıştı. Bunların ötesinde bizzat Hz. Peygamber’in geçtiği yollara pislikler ve dikenler atılmış, evi taşlanmış, hatta namaz kılarken üzerine deve işkembesi atılarak secdede boğulmak istenmişti. Bilhassa amcası Ebû Leheb ile Ebû Süfyân’ın kızkardeşi olan karısı Ümmü Cemîl, Hz. Peygamber’e çok sıkıntı verdiler. Ümmü Cemîl, Hz. Peygamber’in kızları ile evli olan iki oğluna baskı yaparak boşanmalarını sağlamıştı. Bunun üzerine Ebû Leheb hakkında aşağıdaki sûre nâzil olmuştur: “Ebû Leheb’in elleri kurusun! Kurudu da! Malı ve kazancı kendine fayda vermedi. Alevli bir ateşe yaslanacaktır o! Karısı da boynunda ip olduğu halde odun taşıyarak ateşe girecektir (Tebbet sûresi 111/1-5).
Müşriklerin baskı ve tehditleri, eza, cefa ve işkenceleri müslümanları dinlerinden çevirmek şöyle dursun, imanlarını daha da kuvvetlendirmekteydi. Allah yolunda müslümanların katlandıkları sıkıntılar, mücadele azimlerini artırmakta ve imanın ne kadar kıymetli bir hazine olduğunu göstermekteydi. İnsanın zihnine ve gönlüne hitap eden Kur’an’ın etkileyiciliği karşısında ne yapacaklarını şaşıran Kureyşliler, aleyhte bir takım sözler yaymaya başladılar. Hz. Muhammed (sav)’in kâhin, mecnun veya şair olduğunu, getirdiği Kur’an’ı bir hıristiyandan öğrendiğini ve bu kitabın bir büyü veya eskilerin masalı olduğunu ileri sürdüler. Fakat Hz. Peygamber’e indirilen âyetler ve ilâhî beyanlarla sürekli olarak müşriklerin bu gerçek dışı iddiaları çürütüldü.
Kureyşliler, Hz. Muhammed (sav)’in İslâm’a davet faaliyetlerine engel olması amacıyla amcası Ebû Tâlib ile ayrı ayrı zamanlarda üç defa görüştüler. Ebû Tâlib birinci müracaatı yatıştırıcı ve gönül alıcı bazı sözlerle savuşturdu. İkincisinde Kureyşliler tehdit edici ifadeler kullanınca Rasûlullah’ı çağırdı ve kabilesine karşı daha fazla direnemeyeceğini söyledi. Amcasının kendisini artık himaye etmeyeceğini düşünen Hz. Peygamber, “Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime ayı da sol elime verseler hiçbir şey değişmez, Allah bu dini üstün kılıncaya kadar çalışacağım veya bu uğurda öleceğim” şeklinde kararlı bir cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Tâlib yeğenini, “Git istediğini söyle, Allah’a andolsun ki seni asla onlara teslim etmeyeceğim” sözleriyle teselli etti. Kureyşliler üçüncü defa başvurularında Ebû Tâlib’e şöyle bir teklif sundular: “Yeğenini bize teslim et, onun yerine Velîd b. Mugîre’nin oğlu Umâre’yi sana evlât olarak verelim”. Ebû Tâlib bu teklifi şiddetle reddetti. Bu arada bazı Kureyşliler bizzat Hz. Peygamber’le görüşüp onu davasından vazgeçirmeye çalıştılar. Meselâ Utbe b. Rebîa Hz. Peygamber’e gelerek “...Şayet maksadın zengin olmaksa sana mal mülk verelim. Makam ve itibar peşindeysen seni başımıza yönetici yapalım” dedi. Hatta daha da ileriye giderek “Eğer ruhsal bir rahatsızlık sonucu böyle davranıyorsan seni tedavi ettirelim” şeklinde teklifte bulundu. Utbe sözlerini bitirdikten sonra Hz. Peygamber Fussılet sûresinin ilk âyetlerini okuyarak (Fussılet 41/1-6) Allah tarafından görevlendirilmiş bir peygamber olduğunu söyledi. Utbe âyetlerden ve Hz. Peygamber’in sözlerinden etkilenmekle birlikte müslümanlığı kabul etmedi.

Hiç yorum yok: